M
Mistycasino
Administrator
Yönetici
Bazı sözcükleri yazmak, hissetmemişsen ya da yaşamamışsan, ne kolay!
Dile kolay da yüreğe zor!
Gurbet mesela, altı harf ile yazılan, cümlelere, ciltlere sığmayan!
Gurbet, Türk halkının en çok da Anadolu insanının ağıt yazılı edebiyatı, anadan-babadan, yârdan-evlattan ayrılığın destansı adıdır. Hasrettir, çiledir, acıdır, vuslattır! Nemli gözlerin, titreyen yüreklerin sıla özlemiyle yandığı diyardır.
Uzaklar için söylenir gurbet, uzaktaki özlenenler için!
İçi ürperten bir kelime gibi gelse de ‘uzak’, çok da ürkütmüyor beni. Çünkü uzak diye bir yer yok, sen uzak olmazsan eğer, bir yerlere, kişilere!
Yan yanaysa ruhlar, gözler kapandığında buluşabiliyorsa birbirleriyle, hissedilebiliyorsa her şey görmeden bile, dualar ediliyorsa her akla geldiğinde, uzak sadece bir kelimeden ibarettir sözlükte!
Şiirler süzülürken gecelerde, notalar akıp giderken, düşmemek için sıkı sıkı tutunduğun kelimeler çıkarır insanı, kendi ücrasından. Şairin dediği gibi; “Uzak dediğin önce içinde birikir insanın, sonrası yalnızca yoldur”
Bilmem kaç hayal yılı uzakta, kimsenin bilmediği, bilemeyeceği hikayelerde gizli, ‘çok uzaklara gidiyorum’ un izi! Peki o ‘çok uzaklar’ neresi? Bilen kim? Giden döner mi?
Gurbetin yavuklusu vuslattır, uzağınki de özlem. Buram buram özlem kokmaz mı uzak’lar?
Zaman geçtikçe dünya küçülüyor aslında. Yıllar önce, günlerce at sırtında, beygir tepesinde gidilen yollar, şimdi saatlerle geçiliyor. Kıtalar ötesindeki biriyle görüntülü konuşulabiliyor. Artık ne pireler berber ne de develer tellal! Uçaklar kuşlara emsal, trenler yüreklere pedal, gemiler hasretlere mecal!
Sizi bilmem ama ânı yaşayan insanlardan olamadım ben hiç, sadece o ânı yaşayan, ona odaklanan! Birden dalar gider uzaklara gözüm, koparım zamandan. Belki de ondan, ‘Gözleri uzaklara dalan birinin, yakınlarda olmayan bir hikayesi vardır’ sözüdür, beni anlatan!
Şunu da söylemeden geçmeyeyim, hiç katılmıyorum şu, gözden ırak olanın gönülden de ırak olacağı meselesine! Özlemeyi göz değil gönül bilir, bir kere. Herkes O’na benzer sevince, her yerde O vardır, O kokuyordur her yer! Gözünde değil yüreğinde büyütürsün onu. Büyür, büyür sığmaz da taşar bile. Varsın görünmesin gözüne ama eksik olmasın gönlünde. Önemli olan da bu bence!
Hiçbir dil gurbeti anlatacak kadar güçlü değil. İnsan bu yüzden özledikçe sessizleşir! Lâl olur dili, türkü söylemedikçe! Siz hiç sevgilinin saçının telinden, ana sütünden, baba yüreğinden, evlat kokusundan gurbet yaptınız mı kendinize?
Mahzundur gurbet, ılgıt ılgıt hüzün kokar! O yüzden mayıs, haziran, yaz değil, evidir onun sonbahar!
Sevdiğine uzak her yer gurbettir, gurbetin çocuğu hasrettir.
Bir yerde okumuştum; “Gurbet, bizim Orta Asya’dan gelirken edindiğimiz ve henüz dindiremediğimiz bir sızıdır!”
Bitmez bizim acımız, yasımız ve de gurbet sızımız!
Askere giden erkeklerin, Almanya'ya göçen işçilerin, yüksek yüksek tepelere ev kuran gelinlerin evidir gurbet! Bir de evlatlarını yurtdışına okumaya gönderen annelerin özlemi- benim gibi!
Gurbet dediğin şeyin, dağların ardında, kilometrelerce ötede, uzak diyarların adı sanırdım.
Oysa gidenin, kalana bıraktığı yermiş, şimdi anladım!
Özlem denen şey, ateşten sıcak- bıçaktan keskinmiş, kesin bilgidir-yayalım!
……………………………….*………………………….
KOD ADI: LONDRA
Ayy nasıl arabeske bağladım konuyu ya, mevzu sıladan- uzaktan nasıl Orhan Gencabay- Müslüm Gürses tandansına geldi anlamadım bir anda! Kaptırdım kendimi, efkarlandım bir anda!
Havaalanları, duygu dünyamı çalkandırıyor!
Sarılarak vedalaşanlar, sarılarak kavuşanlar, taşınıp duran rengârenk bavullar, sürekli yapılan anonslarla her kesimden, her renk ve ırktan insanlarla havaalanları, hayatın tam da merkezinde olduğum hissini veriyor bana nedense. Tuhaf bir heyecan, tuhaf bir korku, merak, özlem ve daha bir sürü duyguyu aynı anda yaşadığım yer burası. Önce havaalanından giriş kontrolü; Upuzun bir kuyruk, belki de sadece bedeninin girmediği bir x-ray cihazı ve ilk etabı başarıyla atlatmış olmanın mutluluğu! Ardından yine önünde uzanan uzun bir check-in kuyruğu! Bunu da geçtikten sonra bitişe yaklaşmış bir yarışçının heyecanı ile pasaport sırasında alıyoruz soluğu!
Bir size bir de pasaporttaki resminize sonra bir daha size bakıp pasaporttaki resim ile aynı kişi olduğunuzu laborant titizliğiyle tespit eden memurun onay mührüyle yarışın son çeyreğine giriş!
Ve ayakkabılarınıza kadar çıkarıp x-ray’den geçmeniz söylenen final etabı!
Tüm bu kontrollerden problemsiz geçtikten sonra, bedeni saran bir başarı havası, adımlarınıza akseden ‘ben sınavı geçtim’ edasıyla kahramanca uçağa gidiş!
Ve Londra…
M.Ö. 43 yılında Roma İmparatorluğu'nun Britanya'yı işgali sonrasında Londonium ismi ile kurulan, ilk’lerin ve en’lerin şehri! 1800’lerde dünyanın ilk metrosunun açıldığı, trafik lambalarının ilk kullanıldığı yer! Osmanlı devletinin ilk sürekli elçisini gönderdiği yer!
Dünyanın en kalabalık hava trafiğinin yaşandığı ve en fazla uluslararası yolcu taşıyan havaalanının bulunduğu şehir! Sınırları içinde konuşulan 300 dil ile dünyanın en fazla farklı dil konuşulan, Avrupa’ da en fazla beyaz ırk dışında ırkın yaşadığı şehir aynı zamanda. Saat diliminin baba ocağı Greenwich’te, sıfır derece meridyenin geçtiği yer! Doğru dürüst bir endüstriyel kaynağı, tarımı, hayvancılığı olmamasına rağmen bünyesinde mevcut 600 bankası ile-şube değil bakın-600 farklı bankası ile dünya para piyasalarını yöneten, Avrupa’nın finans başkenti!
Yan şeritten tüm sevimliliğiyle geçen çift katlı kırmızı otobüsleri görünce bu şehrin neden farklı olduğunu anladım yüreğimin derinliklerinde. Karakterli bir şehir Londra, baskılara direnen, ‘ben değil, onlar bana uysun’ zihniyetinden ödün vermeyen tarzıyla ağırlığını hissettiren!
Tüm Avrupa, birlikte aldıkları kararla ortak para birimi Euro’ya geçerken, o ulusal para biçimi pounddan vazgeçmemiştir mesela! Tüm dünya, cumhuriyet, anayasal düzen, demokrasi diye haykırırken, o yüzyıllardır süren monarşik sistemine kralına- kraliçesine sahip çıkmıştır. Hemen hemen tüm dünyada trafik soldan akıp, direksiyon solda iken burada trafik sağdan akmakta ve direksiyon sağdadır inadına! Öyle ki Kraliçe Elizabeth’in, ‘Bütün dünyayı gezdim, her yerde trafik tersten akıyordu, neyse bizimki düzgün akıyor’ diyeceği kadar kendi doğrularına sahip çıkan bir ülke İngiltere! Başkent Londra ise bizim İstiklal caddesini andıran tarzı ve kültürel yapısı ile Covent Garden’ı, antika çarşılarıyla spirütüel havalı Porto Bello mahallesi, şehri ‘sanatın parayla buluştuğu yer’ yapan Royal Academic Art Müzeleri, Madonna’dan Nicole Kidman’a kadar dünyaca ünlü artistlerin tiyatro kariyerlerinin başlangıç noktası-sıfır meridyeni olan sanat, tiyatro, finans, festival, kültür şehri!
Yıllar önce okul için geldiğimde, sağdan akan trafik sebebiyle sürekli ezilme tehlikesiyle karşılaştığım caddelerde şimdi sürücülerin kibarca yol verme nezaketlerini, alışveriş merkezlerinde snopluklarıyla burnundan kıl aldırmayan Fransızların aksine her sorunuza sabırla gülümseyerek cevap veren satıcıların sıcaklığını, sabah 11’den itibaren dolmaya başlayan, adım başı konuşlanmış pubların kendine has İngiliz havasını, o düzenli karmaşayı hatta uyanık Hintli kasiyerleri bile özlediğimi görmek şaşırttı beni.
Grinin en çok yakıştığı şehir bence Londra, kırmızı kiremitli çatılarıyla! Puslu, yağmurlu havasıyla uçuk, eksantrik, radikal, bohem, aristokrat, sıradan, olağan, olağanüstü bir mega kent! Eski model Chevrolet marka siyah taksileri, kırmızı telefon kulübeleri, skandalları bitmeyen kraliyet ailesiyle, ‘gezince değil hissedince’ anlaşılabilen şehir. Ve tabi ki Charlie Chaplin’i, Oscar Wilde’ı, Virginia Wolf’ı, Beatles’ı dünyaya kazandırmış bir sanat başkenti! A bu arada, o siyah taksilerin sürücüsü olmak sanıldığı kadar kolay değil. Bunun için Londra’daki her bir sokağı hatta ara sokak ve arka sokakları ezbere bilmesi gerekiyormuş, bu da yıllar alıyormuş. İçinizdeki ve dışınızdaki karmaşadan kaçıp doğaya sığınmak isterseniz yüzlerce park, kucaklamaya hazır sizi! Ünlü Hyde Park, bunlardan bir tanesi! Londra, dünyanın finans başkenti olabilir, dünyanın merkezi kabul edilebilir ama aynı zamanda tabiata önem veren de bir şehir. Neredeyse insan sayısı kadar ağaç varmış burada. Birleşmiş Milletler’in tanımlarında, en az %20 ağaç içeren bir alan, orman olarak kabul ediliyor. Bu durumda Londra, teknik olarak orman sayılıyor.
Velhasıl özetleyecek olursak, Londra’yı kendi memleketlisinden, ünlü İngiliz şair Shakespeare’in dizeleriyle anlatmak bence en doğrusu;
Londra’da ‘Olmak Ya Da Olmamak, İşte Bütün Mesele Bu’!
………………………….*……………………..
KOKULU NEHİR
Günlük hayatın keşmekeşinden, insanı hipnotize eden kaosundan uzaklaşıp kendiyle kalınca, farkındalıkları artıyor insanın. Her seyahatte, uzun ya da kısa fark etmez, bu duyguyu yaşıyorum ben de! Yeni yerler görmek, yeni tatlar tatmak, başka bir kültüre, ülkeye dokunmak, yaşadığını hissettiriyor derinlerde!
Her şeyin kokusu var ve her şey kokuyla hatırlanıyor bence; Eşyalar, insanlar, yaşananlar...
Kokular, çağrışımlardır hatta, beyin hayatla iş birliği yapar, koku gelir, beyin hatırlar. Hayat da omuzlarından tutup hızlıca sarsar.
Anne kokusuyla başlar yaşam, henüz göremeden, sadece duyulan anne kokusuyla…
Bir parfüm kutusunda, fırından yeni çıkmış poğaçanın çörek otu kokusunda hatırlanır annenin tarçınlı süt kokulu koynu! Babalar, masal kokar burcu burcu. Sonu mutlu biten masalların, kötüleri yenen güçlü kahramanlarıdır onlar, hala bir yerinizin çocuk kaldığını hatırlatırlar. Kardeşler, fıstıklı çikolata kokusunda saklıdır. Hani kardeş payıyla bölünen ve tadı bir şeye değişilmeyen çikolatanın zamansız tadında. Evlat, cennet kokusudur aslında, parlak derisine sinmiş, bal tatlı cennet kokusu! Yani koku, hep bir şeyleri, birilerini hatırlatır umarsızca, sızlatır usulca. Geçmişidir insanın, ardından yürür peşi sıra!
Yani koku deyip geçmeyin diyorum çünkü kötü koku, ziyan eder hayatı!
Misal eski zamanlarda Londra!
Londra’nın ortasından geçerek Kuzey Denizi’ne dökülen Thames Nehri, 9. yüzyılın ortalarında açık bir kanalizasyonmuş adeta! Nehir, insan atıkları, endüstriyel atıklar, evsel çöpler ve hayvansal sıvı ve dışkılarla doluymuş, hepsi arıtılmadan boşaltılıyormuş. Ve daha fenası, içme suyu için de tek kaynak, bu nehir görülüyormuş. Londra’nın yüzyıllar boyunca, kolera, tifo ve dizanteri salgınlarıyla boğuşması, boşuna değil yani.
Takvimler 1858 yılının yaz ayını gösterdiğinde, şehri vuran şiddetli bir sıcak hava dalgası, nehrin su seviyesini düşürüp de çürüyen atıklar, kötü kokulu bir çamura dönüştüğünde, nehirden yayılan kötü koku, daha da artmış. Koku o kadar dayanılmazmış ki Westminster’daki Parlamento üyeleri mecliste yapılmakta olan oturumları, burunlarını kapatarak terk etmeye başlamışlar. Halk, evlere, sokaklara sirke ve klor batırılmış bezler asmış ama işe yaramamış. Bu koku krizi, tarihteki yerini, "Büyük Koku" adıyla almış.
Konu, artık hafife alınamayacak şekilde derinleşmiş, Londra bir sağlık felaketinin eşiğindeymiş.
O sıralarda inşaat mühendisi olarak çalışan Joseph Bazalgette, bu sorunu çözmekle görevlendirilmiş.
Bazalgette, bu sorunu çözeceğine ant içmiş. 20 yıl boyunca, 2.000 kilometreden fazla yer altı kanalizasyon tüneli, pompa istasyonu, kanal ve arıtma tesisi tasarlamış ve inşa etmiş. Böylece her türlü atık, şehir merkezinden uzaklaştırılmış. Vizyoner bir bakış ile uzun vadeli bir yöntem planlayarak bugün kullandığımız kanalizasyon sistemini ortaya çıkarmış.
Sonuçları muhteşem olmuş elbette, başta kolera olmak üzere bulaşıcı hastalıklar, salgınlar bitmiş, Londra sağlıklı, temiz, modern bir şehir haline gelmiş. Yani Bazalgette, sadece atık sorununu halletmekle kalmadı, yüzyıllar sonra bile etkisi devam eden, bir halk sağlığı devrimi başlattı. Dünyada örnek olarak kabul edildi ve neredeyse tüm Avrupa bu sistemle tanıştı, uyguladı!
Kötü kokular için parfümü icat eden Fransızlar, bakın işinize!
İngilizler, bu işin atasıymış, görün işte!
…………………………..*…………………………….
HAFTANIN EN’LERİ
Haftanın Vazgeçişi:Hazır Londra’dayken Londra’dan gelsin madem! Kraliyet karışmış gene, 65 yaşındaki Prens Andrew, kraliyet unvanlarından vazgeçtiğini duyurdu! Prens Andrew, hakkında çıkan spekülasyonların ve suçlamaların Kraliyet Ailesini etkileme ihtimalinden ötürü bu kararı verdiğini belirtti. Yıllar önce Prens Edward, sonra Harry şimdi de Andrew! Kraliyet, prenslerini kaçırtıyor teker teker, bari sen diren William! Bekliyoruz seni sabırsızlıkla!
Haftanın Kaybı:Türk sinemasının duayen oyuncusu Arif Erkin Güzelbeyoğlu! Pek çok dizi ve filmde rol alan Güzelbeyoğlu, Türk televizyonlarının fenomen dizisi 'Bizimkiler'in müziklerine de imza atmıştı. 90 yaşında hayata veda eden Memik Dede’miz, seni özleyeceğiz!
Haftanın Tehlikesi:Dost mu düşman mı olduğu henüz belirlenemeyen ‘Yapay Zeka’ ile ilgili! Kendi zekamıza güvenmeyip yapay olanına güvenmek, her zaman iyi sonuçlar doğurmuyor! "İngiltere'de psikolog yerine yapay zekadan destek alan biri intihara sürüklendi. ABD'de tuz yerine ne kullanabileceğini soran bir kullanıcı ise sodyum bromür öneren yapay zeka nedeniyle hastanelik oldu. Bunlar bilinenler ya bir de söylenmeyenler! Birçok şeyi sorabiliriz belki yapay zekaya ama sağlığı asla! Çok şükür ki doktorlarımız var hala, kanlı canlı aramızda!
Haftanın Başarısı:Milli mutluluğumuz! 2026 Dünya Kupası ön elemelerinde Bulgaristan ve Gürcistan'ı farklı mağlup eden A Milli Futbol Takımımız, dünya klasmanında 1 basamak yükselerek 26. Sıraya yükseldi. Şık oyunlarıyla futbolseverleri keyiflendiren sporcularımız, halkı gururlandırdı, umutlandırdı! Darısı Dünya Kupası’na inşallah!
Haftanın Teknolojisi:Ama aslında yılın teknolojisi! Mobil internet hızını, en az 10 kat artıracak 5G teknolojisi, Türkiye’de 1 Nisan 2026 itibarıyla kullanıma açılıyor! 5G, internet kullanırken oluşan gecikme sürelerini minimuma indirerek yüksek bant genişliği sayesinde stadyum, konser alanı gibi çok sayıda kullanıcının bulunduğu ortamlarda bile yüksek hızlı internet imkanı sağlıyor. Keza halihazırda kullanılan 4.5G ile dakikalar içerisinde indirilen HD kalitedeki bir film, 5G ile saniyeler içerisinde indirilebiliyor! Bakalım bu teknolojik ilerleme ile biz kahramanları, neler bekliyor!
Dile kolay da yüreğe zor!
Gurbet mesela, altı harf ile yazılan, cümlelere, ciltlere sığmayan!
Gurbet, Türk halkının en çok da Anadolu insanının ağıt yazılı edebiyatı, anadan-babadan, yârdan-evlattan ayrılığın destansı adıdır. Hasrettir, çiledir, acıdır, vuslattır! Nemli gözlerin, titreyen yüreklerin sıla özlemiyle yandığı diyardır.
Uzaklar için söylenir gurbet, uzaktaki özlenenler için!
İçi ürperten bir kelime gibi gelse de ‘uzak’, çok da ürkütmüyor beni. Çünkü uzak diye bir yer yok, sen uzak olmazsan eğer, bir yerlere, kişilere!
Yan yanaysa ruhlar, gözler kapandığında buluşabiliyorsa birbirleriyle, hissedilebiliyorsa her şey görmeden bile, dualar ediliyorsa her akla geldiğinde, uzak sadece bir kelimeden ibarettir sözlükte!
Şiirler süzülürken gecelerde, notalar akıp giderken, düşmemek için sıkı sıkı tutunduğun kelimeler çıkarır insanı, kendi ücrasından. Şairin dediği gibi; “Uzak dediğin önce içinde birikir insanın, sonrası yalnızca yoldur”
Bilmem kaç hayal yılı uzakta, kimsenin bilmediği, bilemeyeceği hikayelerde gizli, ‘çok uzaklara gidiyorum’ un izi! Peki o ‘çok uzaklar’ neresi? Bilen kim? Giden döner mi?
Gurbetin yavuklusu vuslattır, uzağınki de özlem. Buram buram özlem kokmaz mı uzak’lar?
Zaman geçtikçe dünya küçülüyor aslında. Yıllar önce, günlerce at sırtında, beygir tepesinde gidilen yollar, şimdi saatlerle geçiliyor. Kıtalar ötesindeki biriyle görüntülü konuşulabiliyor. Artık ne pireler berber ne de develer tellal! Uçaklar kuşlara emsal, trenler yüreklere pedal, gemiler hasretlere mecal!
Sizi bilmem ama ânı yaşayan insanlardan olamadım ben hiç, sadece o ânı yaşayan, ona odaklanan! Birden dalar gider uzaklara gözüm, koparım zamandan. Belki de ondan, ‘Gözleri uzaklara dalan birinin, yakınlarda olmayan bir hikayesi vardır’ sözüdür, beni anlatan!
Şunu da söylemeden geçmeyeyim, hiç katılmıyorum şu, gözden ırak olanın gönülden de ırak olacağı meselesine! Özlemeyi göz değil gönül bilir, bir kere. Herkes O’na benzer sevince, her yerde O vardır, O kokuyordur her yer! Gözünde değil yüreğinde büyütürsün onu. Büyür, büyür sığmaz da taşar bile. Varsın görünmesin gözüne ama eksik olmasın gönlünde. Önemli olan da bu bence!
Hiçbir dil gurbeti anlatacak kadar güçlü değil. İnsan bu yüzden özledikçe sessizleşir! Lâl olur dili, türkü söylemedikçe! Siz hiç sevgilinin saçının telinden, ana sütünden, baba yüreğinden, evlat kokusundan gurbet yaptınız mı kendinize?
Mahzundur gurbet, ılgıt ılgıt hüzün kokar! O yüzden mayıs, haziran, yaz değil, evidir onun sonbahar!
Sevdiğine uzak her yer gurbettir, gurbetin çocuğu hasrettir.
Bir yerde okumuştum; “Gurbet, bizim Orta Asya’dan gelirken edindiğimiz ve henüz dindiremediğimiz bir sızıdır!”
Bitmez bizim acımız, yasımız ve de gurbet sızımız!
Askere giden erkeklerin, Almanya'ya göçen işçilerin, yüksek yüksek tepelere ev kuran gelinlerin evidir gurbet! Bir de evlatlarını yurtdışına okumaya gönderen annelerin özlemi- benim gibi!
Gurbet dediğin şeyin, dağların ardında, kilometrelerce ötede, uzak diyarların adı sanırdım.
Oysa gidenin, kalana bıraktığı yermiş, şimdi anladım!
Özlem denen şey, ateşten sıcak- bıçaktan keskinmiş, kesin bilgidir-yayalım!
……………………………….*………………………….
KOD ADI: LONDRA
Ayy nasıl arabeske bağladım konuyu ya, mevzu sıladan- uzaktan nasıl Orhan Gencabay- Müslüm Gürses tandansına geldi anlamadım bir anda! Kaptırdım kendimi, efkarlandım bir anda!
Havaalanları, duygu dünyamı çalkandırıyor!
Sarılarak vedalaşanlar, sarılarak kavuşanlar, taşınıp duran rengârenk bavullar, sürekli yapılan anonslarla her kesimden, her renk ve ırktan insanlarla havaalanları, hayatın tam da merkezinde olduğum hissini veriyor bana nedense. Tuhaf bir heyecan, tuhaf bir korku, merak, özlem ve daha bir sürü duyguyu aynı anda yaşadığım yer burası. Önce havaalanından giriş kontrolü; Upuzun bir kuyruk, belki de sadece bedeninin girmediği bir x-ray cihazı ve ilk etabı başarıyla atlatmış olmanın mutluluğu! Ardından yine önünde uzanan uzun bir check-in kuyruğu! Bunu da geçtikten sonra bitişe yaklaşmış bir yarışçının heyecanı ile pasaport sırasında alıyoruz soluğu!
Bir size bir de pasaporttaki resminize sonra bir daha size bakıp pasaporttaki resim ile aynı kişi olduğunuzu laborant titizliğiyle tespit eden memurun onay mührüyle yarışın son çeyreğine giriş!
Ve ayakkabılarınıza kadar çıkarıp x-ray’den geçmeniz söylenen final etabı!
Tüm bu kontrollerden problemsiz geçtikten sonra, bedeni saran bir başarı havası, adımlarınıza akseden ‘ben sınavı geçtim’ edasıyla kahramanca uçağa gidiş!
Ve Londra…
M.Ö. 43 yılında Roma İmparatorluğu'nun Britanya'yı işgali sonrasında Londonium ismi ile kurulan, ilk’lerin ve en’lerin şehri! 1800’lerde dünyanın ilk metrosunun açıldığı, trafik lambalarının ilk kullanıldığı yer! Osmanlı devletinin ilk sürekli elçisini gönderdiği yer!
Dünyanın en kalabalık hava trafiğinin yaşandığı ve en fazla uluslararası yolcu taşıyan havaalanının bulunduğu şehir! Sınırları içinde konuşulan 300 dil ile dünyanın en fazla farklı dil konuşulan, Avrupa’ da en fazla beyaz ırk dışında ırkın yaşadığı şehir aynı zamanda. Saat diliminin baba ocağı Greenwich’te, sıfır derece meridyenin geçtiği yer! Doğru dürüst bir endüstriyel kaynağı, tarımı, hayvancılığı olmamasına rağmen bünyesinde mevcut 600 bankası ile-şube değil bakın-600 farklı bankası ile dünya para piyasalarını yöneten, Avrupa’nın finans başkenti!
Yan şeritten tüm sevimliliğiyle geçen çift katlı kırmızı otobüsleri görünce bu şehrin neden farklı olduğunu anladım yüreğimin derinliklerinde. Karakterli bir şehir Londra, baskılara direnen, ‘ben değil, onlar bana uysun’ zihniyetinden ödün vermeyen tarzıyla ağırlığını hissettiren!
Tüm Avrupa, birlikte aldıkları kararla ortak para birimi Euro’ya geçerken, o ulusal para biçimi pounddan vazgeçmemiştir mesela! Tüm dünya, cumhuriyet, anayasal düzen, demokrasi diye haykırırken, o yüzyıllardır süren monarşik sistemine kralına- kraliçesine sahip çıkmıştır. Hemen hemen tüm dünyada trafik soldan akıp, direksiyon solda iken burada trafik sağdan akmakta ve direksiyon sağdadır inadına! Öyle ki Kraliçe Elizabeth’in, ‘Bütün dünyayı gezdim, her yerde trafik tersten akıyordu, neyse bizimki düzgün akıyor’ diyeceği kadar kendi doğrularına sahip çıkan bir ülke İngiltere! Başkent Londra ise bizim İstiklal caddesini andıran tarzı ve kültürel yapısı ile Covent Garden’ı, antika çarşılarıyla spirütüel havalı Porto Bello mahallesi, şehri ‘sanatın parayla buluştuğu yer’ yapan Royal Academic Art Müzeleri, Madonna’dan Nicole Kidman’a kadar dünyaca ünlü artistlerin tiyatro kariyerlerinin başlangıç noktası-sıfır meridyeni olan sanat, tiyatro, finans, festival, kültür şehri!
Yıllar önce okul için geldiğimde, sağdan akan trafik sebebiyle sürekli ezilme tehlikesiyle karşılaştığım caddelerde şimdi sürücülerin kibarca yol verme nezaketlerini, alışveriş merkezlerinde snopluklarıyla burnundan kıl aldırmayan Fransızların aksine her sorunuza sabırla gülümseyerek cevap veren satıcıların sıcaklığını, sabah 11’den itibaren dolmaya başlayan, adım başı konuşlanmış pubların kendine has İngiliz havasını, o düzenli karmaşayı hatta uyanık Hintli kasiyerleri bile özlediğimi görmek şaşırttı beni.
Grinin en çok yakıştığı şehir bence Londra, kırmızı kiremitli çatılarıyla! Puslu, yağmurlu havasıyla uçuk, eksantrik, radikal, bohem, aristokrat, sıradan, olağan, olağanüstü bir mega kent! Eski model Chevrolet marka siyah taksileri, kırmızı telefon kulübeleri, skandalları bitmeyen kraliyet ailesiyle, ‘gezince değil hissedince’ anlaşılabilen şehir. Ve tabi ki Charlie Chaplin’i, Oscar Wilde’ı, Virginia Wolf’ı, Beatles’ı dünyaya kazandırmış bir sanat başkenti! A bu arada, o siyah taksilerin sürücüsü olmak sanıldığı kadar kolay değil. Bunun için Londra’daki her bir sokağı hatta ara sokak ve arka sokakları ezbere bilmesi gerekiyormuş, bu da yıllar alıyormuş. İçinizdeki ve dışınızdaki karmaşadan kaçıp doğaya sığınmak isterseniz yüzlerce park, kucaklamaya hazır sizi! Ünlü Hyde Park, bunlardan bir tanesi! Londra, dünyanın finans başkenti olabilir, dünyanın merkezi kabul edilebilir ama aynı zamanda tabiata önem veren de bir şehir. Neredeyse insan sayısı kadar ağaç varmış burada. Birleşmiş Milletler’in tanımlarında, en az %20 ağaç içeren bir alan, orman olarak kabul ediliyor. Bu durumda Londra, teknik olarak orman sayılıyor.
Velhasıl özetleyecek olursak, Londra’yı kendi memleketlisinden, ünlü İngiliz şair Shakespeare’in dizeleriyle anlatmak bence en doğrusu;
Londra’da ‘Olmak Ya Da Olmamak, İşte Bütün Mesele Bu’!
………………………….*……………………..
KOKULU NEHİR
Günlük hayatın keşmekeşinden, insanı hipnotize eden kaosundan uzaklaşıp kendiyle kalınca, farkındalıkları artıyor insanın. Her seyahatte, uzun ya da kısa fark etmez, bu duyguyu yaşıyorum ben de! Yeni yerler görmek, yeni tatlar tatmak, başka bir kültüre, ülkeye dokunmak, yaşadığını hissettiriyor derinlerde!
Her şeyin kokusu var ve her şey kokuyla hatırlanıyor bence; Eşyalar, insanlar, yaşananlar...
Kokular, çağrışımlardır hatta, beyin hayatla iş birliği yapar, koku gelir, beyin hatırlar. Hayat da omuzlarından tutup hızlıca sarsar.
Anne kokusuyla başlar yaşam, henüz göremeden, sadece duyulan anne kokusuyla…
Bir parfüm kutusunda, fırından yeni çıkmış poğaçanın çörek otu kokusunda hatırlanır annenin tarçınlı süt kokulu koynu! Babalar, masal kokar burcu burcu. Sonu mutlu biten masalların, kötüleri yenen güçlü kahramanlarıdır onlar, hala bir yerinizin çocuk kaldığını hatırlatırlar. Kardeşler, fıstıklı çikolata kokusunda saklıdır. Hani kardeş payıyla bölünen ve tadı bir şeye değişilmeyen çikolatanın zamansız tadında. Evlat, cennet kokusudur aslında, parlak derisine sinmiş, bal tatlı cennet kokusu! Yani koku, hep bir şeyleri, birilerini hatırlatır umarsızca, sızlatır usulca. Geçmişidir insanın, ardından yürür peşi sıra!
Yani koku deyip geçmeyin diyorum çünkü kötü koku, ziyan eder hayatı!
Misal eski zamanlarda Londra!
Londra’nın ortasından geçerek Kuzey Denizi’ne dökülen Thames Nehri, 9. yüzyılın ortalarında açık bir kanalizasyonmuş adeta! Nehir, insan atıkları, endüstriyel atıklar, evsel çöpler ve hayvansal sıvı ve dışkılarla doluymuş, hepsi arıtılmadan boşaltılıyormuş. Ve daha fenası, içme suyu için de tek kaynak, bu nehir görülüyormuş. Londra’nın yüzyıllar boyunca, kolera, tifo ve dizanteri salgınlarıyla boğuşması, boşuna değil yani.
Takvimler 1858 yılının yaz ayını gösterdiğinde, şehri vuran şiddetli bir sıcak hava dalgası, nehrin su seviyesini düşürüp de çürüyen atıklar, kötü kokulu bir çamura dönüştüğünde, nehirden yayılan kötü koku, daha da artmış. Koku o kadar dayanılmazmış ki Westminster’daki Parlamento üyeleri mecliste yapılmakta olan oturumları, burunlarını kapatarak terk etmeye başlamışlar. Halk, evlere, sokaklara sirke ve klor batırılmış bezler asmış ama işe yaramamış. Bu koku krizi, tarihteki yerini, "Büyük Koku" adıyla almış.
Konu, artık hafife alınamayacak şekilde derinleşmiş, Londra bir sağlık felaketinin eşiğindeymiş.
O sıralarda inşaat mühendisi olarak çalışan Joseph Bazalgette, bu sorunu çözmekle görevlendirilmiş.
Bazalgette, bu sorunu çözeceğine ant içmiş. 20 yıl boyunca, 2.000 kilometreden fazla yer altı kanalizasyon tüneli, pompa istasyonu, kanal ve arıtma tesisi tasarlamış ve inşa etmiş. Böylece her türlü atık, şehir merkezinden uzaklaştırılmış. Vizyoner bir bakış ile uzun vadeli bir yöntem planlayarak bugün kullandığımız kanalizasyon sistemini ortaya çıkarmış.
Sonuçları muhteşem olmuş elbette, başta kolera olmak üzere bulaşıcı hastalıklar, salgınlar bitmiş, Londra sağlıklı, temiz, modern bir şehir haline gelmiş. Yani Bazalgette, sadece atık sorununu halletmekle kalmadı, yüzyıllar sonra bile etkisi devam eden, bir halk sağlığı devrimi başlattı. Dünyada örnek olarak kabul edildi ve neredeyse tüm Avrupa bu sistemle tanıştı, uyguladı!
Kötü kokular için parfümü icat eden Fransızlar, bakın işinize!
İngilizler, bu işin atasıymış, görün işte!
…………………………..*…………………………….
HAFTANIN EN’LERİ
Haftanın Vazgeçişi:Hazır Londra’dayken Londra’dan gelsin madem! Kraliyet karışmış gene, 65 yaşındaki Prens Andrew, kraliyet unvanlarından vazgeçtiğini duyurdu! Prens Andrew, hakkında çıkan spekülasyonların ve suçlamaların Kraliyet Ailesini etkileme ihtimalinden ötürü bu kararı verdiğini belirtti. Yıllar önce Prens Edward, sonra Harry şimdi de Andrew! Kraliyet, prenslerini kaçırtıyor teker teker, bari sen diren William! Bekliyoruz seni sabırsızlıkla!
Haftanın Kaybı:Türk sinemasının duayen oyuncusu Arif Erkin Güzelbeyoğlu! Pek çok dizi ve filmde rol alan Güzelbeyoğlu, Türk televizyonlarının fenomen dizisi 'Bizimkiler'in müziklerine de imza atmıştı. 90 yaşında hayata veda eden Memik Dede’miz, seni özleyeceğiz!
Haftanın Tehlikesi:Dost mu düşman mı olduğu henüz belirlenemeyen ‘Yapay Zeka’ ile ilgili! Kendi zekamıza güvenmeyip yapay olanına güvenmek, her zaman iyi sonuçlar doğurmuyor! "İngiltere'de psikolog yerine yapay zekadan destek alan biri intihara sürüklendi. ABD'de tuz yerine ne kullanabileceğini soran bir kullanıcı ise sodyum bromür öneren yapay zeka nedeniyle hastanelik oldu. Bunlar bilinenler ya bir de söylenmeyenler! Birçok şeyi sorabiliriz belki yapay zekaya ama sağlığı asla! Çok şükür ki doktorlarımız var hala, kanlı canlı aramızda!
Haftanın Başarısı:Milli mutluluğumuz! 2026 Dünya Kupası ön elemelerinde Bulgaristan ve Gürcistan'ı farklı mağlup eden A Milli Futbol Takımımız, dünya klasmanında 1 basamak yükselerek 26. Sıraya yükseldi. Şık oyunlarıyla futbolseverleri keyiflendiren sporcularımız, halkı gururlandırdı, umutlandırdı! Darısı Dünya Kupası’na inşallah!
Haftanın Teknolojisi:Ama aslında yılın teknolojisi! Mobil internet hızını, en az 10 kat artıracak 5G teknolojisi, Türkiye’de 1 Nisan 2026 itibarıyla kullanıma açılıyor! 5G, internet kullanırken oluşan gecikme sürelerini minimuma indirerek yüksek bant genişliği sayesinde stadyum, konser alanı gibi çok sayıda kullanıcının bulunduğu ortamlarda bile yüksek hızlı internet imkanı sağlıyor. Keza halihazırda kullanılan 4.5G ile dakikalar içerisinde indirilen HD kalitedeki bir film, 5G ile saniyeler içerisinde indirilebiliyor! Bakalım bu teknolojik ilerleme ile biz kahramanları, neler bekliyor!