M
Mistycasino
Administrator
Yönetici
Fatih Belediyesi kültürel mirasımızın hatırlanması ile ilgili çok önemli bir çalışmaya imza attı. Turgay Anar tarafından hazırlanan ‘Hafıza ve Miras: Fatih’in Edebiyat Durakları’ balıklı kitap geç Osmanlı ve erken Cumhuriyet döneminin edebiyat ve kültür alanında dinamizmine mekânlar ve o mekânlar etrafında kümelenen kültür insanlarımız üzerinden tanıklık sağlıyor (Fatih Belediyesi Kültür Yayınları, 2024). Kitapta özellikle güçlenen Avrupa karşısında mevzi kaybeden Osmanlı’nın yaşadığı şaşkınlık, kaygı ve endişeye tanıklık ettiğimiz gibi edebiyatçıların, siyasilerin, devlet adamları ve entelektüellerin bu durumdan çıkış yolu arama çabalarına da tanıklık ediyoruz. Herkes bu durumdan çıkış ve tekrar eski güçlü günlere dönüş için çarelere aramakta, tartışmakta, yazmakta, dergi ve gazete çıkartarak kamuoyuna taşımaktadır. Çok çileli bir dönemdir. Osmanlı Avrupa karşısında tutunamamaktadır. Siyasetçisinden edebiyatçısına, sahafından entelektüeline tüm kesimlerin ömürleri bu ağır yükü taşıyarak ve çıkış yolları arayarak geçer ve günümüze çok önemli bir miras bırakırlar.
Dönemin koşulları göz önüne alındığında bu bağlamda buluşma ve sosyalleşme yerlerinin kıraathaneler, kitabevleri, sahaflar, yayınevleri ve konaklar olduğu görülüyor. Her bir mekânın müdavimleri farklılaşırken bunlar arasında bazı entelektüellerin ise birden fazla mekânın müdavimleri olduklarını görüyoruz. Böylece tipik bir sosyal ağ yapısı olarak tüm mahfiller birbirinden haberdar olmakta, yeni yazı, kitap ve eserler üzerinden yeni düşüncelerle tanışmakta ve bunları her bir mahfilin ana bakışı ile tartışarak genişletmekte ve yeni açılımlara yol açmaktadır. Bir başka deyişle dönemin sivil alanı çok dinamik bir yapıya sahiptir. Elbette, farklı mahfillerde uzun tartışmalarla daha rafine hale getirilmiş düşünceler zamanla uygulama imkânı bularak Osmanlı’nın Avrupa karşısındaki direnişini takviye etmektedir. Kısacası, kitap sayesinde söz konusu dönemde çok canlı ve dinamik bir sivil alanın varlığına şahitlik etmekteyiz. Ayrıca, güçlü sivil alanın siyasetin içerik üretimini nasıl desteklediğini de dolaylı olarak görmekteyiz.
Dönemin tüm edebiyatçıları bir şekilde bir mekân etrafında kümelenen bir mahfilde kendisine yer bulur. Kitapta Ahmet Rasim’den Halide Edip ve Muallim Naci’ye, Mehmet Akif’ten Süheyl Ünver ve Necip Fazıl’a, Ahmet Mithat Efendi’den Nazım Hikmet’e ve Neyzen Tevfik’e, Fuat Köprülü’den Hasan Ali Yücel ve Prens Sabahattin’e, Yusuf Akçura’dan Namık Kemal ve Ziya Gökalp’e, Reşat Ekrem Koçu’dan Abdülbaki Gölpınarlı’ya, Yahya Kemal’den Ahmet Hamdi Tanpınar’a, Erol Güngör’den Sezai Karakoç ve Mehmet Genç’e kadar dönemin tüm aktörlerinin bir veya birkaç mekânın müdavimleri olduklarını görüyoruz. Sivil alanı yönlendiren kültür adamlarının kozalarını ördükleri mekânlardır bu kıraathaneler, sahaflar, kitabevleri ve yayınevleri. Bu mekânlar geçilip gidilen yerler değildir, tam tersine durulup uzun vakitlerin geçirildiği, tekrar tekrar gelinen sohbet ve muhabbet merkezleridir. Fatih Belediye Başkanı M. Ergün Turan da Takdim yazısında bu sohbet geleneğine işaret etmektedir: ‘…Osmanlı döneminden itibaren Suriçi İstanbul’u, özellikle edebiyatın, söz sanatlarının bir merkezi olmuştur. O dönemlerin popüler mekânları bir edebiyat mahfili niteliğinde kuşaktan kuşağa devreden bir sohbet geleneğini yaşatmıştır. Bu mekânlar sayesinde edebiyatımızın klasiklerini oluşturan değerli birçok şair ve yazar yetişmiştir…’
Kitap boyunca mekânlara katılanlara baktığımızda bu mekânların sadece edebiyatçılar tarafından ziyaret edilmediğine, ayrıca üniversite öğrencilerinden akademisyenlere, kamu görevlilerinden siyasilere, esnaf ve ticaret erbabından yabancılara kadar çok farklı kesim için bir uğrak yeri olduğunu görüyoruz. Aslında, bir toplumu oluşturan hemen hemen tüm kesimler bu mekânlarda eğitimlerine devam ederler. Kültür ve sanatla buluştukları gibi memleket meseleleri ve bunlar etrafındaki tartışmalardan da haberdar olurlar. Buralarda musiki etkinlikleri, tiyatro gösterileri ve özellikle ramazan akşamlarında Karagöz-Hacivat gösterileri de düzenlenir. Diğer taraftan, bu mekânlar ayrıca dönemin süreli yayınlarının da dağıtım merkezleridir (sh.95). Bu nedenle bu mekânlar bir yaşam merkezi, bir akademi, sivil alanın kalp ritminin hissedildiği özel mekânlardır. Edebiyatçılar özellikle romanlarında bu mekânlara atıf yaptıkları, çoğu kez olay veya kahraman örgülerini de bu mekânlardan seçtikleri için mekânların cazibesi sürekli güncellenir.
Sahaflar da bu bağlamda bir akademi gibi işlev görür. Yazarın vurguladığı gibi sahaflar uzun bir dönem kültür ve edebiyatın güçlü merkezleri olarak işlev görmüştür: ‘…Günümüzde asıl fonksiyonunu yitirmiş olsa da Sahaflar Çarşısı’nda kitap alışverişi yapılırken bir yandan da buraya gelen kültür-sanat ve edebiyat erbabı, her biri kendince farklı bir kütüphane olan bu dükkanlarda kitap sohbetinin haricinde çeşitli konularda da konuşmalar yapmışlardır…Hacı Muzaffer Özak’ın dükkanı gibi daha niceleri, okumanın, yazmanın ve kültürün önemli merkezleri olarak yıllar boyu okurlara hizmet verdi.’(sh.68-69).
Bu mekânların üniversite öğrencileri ve akademisyenler için ne kadar önemli olduğu ortadadır. Öğrenciler gelişimlerini bir yaşam boyu öğrenme merkezleri olan bu mekânlarda sürdürürken akademisyenler bu mekânlarda toplumsal meselelere katkı vermekte, yeni tartışmalardan haberdar olmakta, sivil alandaki entelektüellerle bağ kurarak sürekli gelişmektedir. Dolayısıyla, üniversiteler toplumsal yaşamdan kopuk değil, tam tersine merkezindedir. Aynı durum, konaklarını ve evlerini bu tip toplantılar için açan devlet adamları ve eşraf için de geçerlidir. Örneğin, Midhat Paşa’nın Konağı ‘…çeşitli edebi, siyasi tartışma ve sohbetlerin yapıldığı bir mahfil, bir akademi kimliğine sahipti.’(sh.105). Veya İbnülemin Mahmut Kemal İnal’ın Konağı benzer işlev görür: ‘…Devrin tanınmış âlim, şair, musikişinas, hattatların devam ettiği mahfili, babasından devralıp kendisi de ölünceye kadar geleneği devam ettirdi.’(sh.126). Farklı kesimlerden geniş katılımlı o kadar canlı ağ yapıları var ki ağlar birbirini etkileyerek sürekli gelişiyor ve sivil alanı da üretimi de sürekli zenginleştiriyor.
Kıraathaneden sahafa, yayınevinden kitabevine ve konağa kadar tüm bu mahfillerde dikkat çeken insanların derinliği ve niteliğidir. Bırakın müdavimlerinin niteliğini kıraathanenin sahiplerinin dahi oldukça kültürlü ve okuryazar olduklarını görmekteyiz. Konaklarını, evlerini bu sohbetlere açan siyasi ve devlet adamlarının sahip oldukları kütüphaneler, bildikleri yabancı diller ve kültür ve sanatla derin ilişkileri oldukça dikkat çekicidir. Kitapta yer verilen sadece Dino-zade Abidin Paşa örnek olarak yeter: ‘…Arapça, Farsça, Arnavutça, Fransızca ve Yunancayı iyi bilen, edebiyatı seven Paşa, Tercüme ve Şerh-i Mesnevi-i Şerif eseriyle Mevlana’nın Mesnevi’sinin tercümesi ve ilk cildinin şerhiyle ün kazanmıştır…’(sh.149). Mekânlardan herkes nasibi alır ve gelişmeye devam eder. Bir başka deyişle, dönemin mekânlarına devam edenler kadar mekânların sahipleri de kültürlü ve etraflarında güçlü sosyal ağların olduğu ve bu ağlarda çırak-usta ilişkisi ile insanların yetiştiği sivil alanın güçlü akademileridir.
Tam da bu noktada 6 Şubat 2025 tarihli ‘Alev Alatlı’yı Anarken’ başlıklı yazımı hatırladım. Yazıda Alatlı’nın bir mütefekkir olarak üretiminin ötesinde çevresindeki gençleri nasıl memleket meseleleri üzerine düşünmeye çektiğine, sürekli vakit ayırdığına ve evini bu bağlamda insanlara nasıl açtığına değinmiştim: ‘…Alatlı sadece eserlerine ilgi göstermedi, ayrıca gücü yettiği kadar herkese yetişmeye, yönlendirmeye gayret gösterdi. Bu bağlamda sempozyumda ‘Onarımcılar’ oturumunda anlatılanlar, onun özellikle gençleri bu bağlamda desteklemek için ne kadar vakit ayırdığına, onlarla ismi konulmamış bir usta-çırak ilişkisi kurarak bunu sürdürdüğüne şahitlik ediyordu. 2000’li yılların başından itibaren gençler kendilerini onarımcılar olarak tanımlayarak Alatlı’nın eserlerini anlama, ülkemizin meselelerine bizden ‘yerli’ çözümler üretme konusunda uzun soluklu bir çalışmaya girişmişler ve Alatlı bu süreçte gençlerin sürekli yanı başında olmuştu. Onarımcıların dile getirdiği gibi onlar artık Alatlı’nın evinin ahalisiydi. Saatlerce konuşuyorlar, tartışıyorlar ve yazıyorlardı. Her bir onarımcı kendi alanında ülkemiz için çözümler üretmeye devam etti. Aslında Kapadokya Üniversitesi daha kurulmadan önce zaten canlı ve üretken bir ‘Alatlı Akademisi’ kurulmuştu. Tüm oturumlarda konuşanların vurguladıkları, Alatlı’nın kendilerine inanması ve değer vermesiydi. Eğitim dünyasından bildiğimiz gibi, öğretmenin öğrenciden başarı beklentisi akademik başarıdaki en kritik unsurdur. Bir başka deyişle, öğretmenin başarı beklentisi yüksek olan öğrenciler genellikle akranlarına göre daha başarılı olurlar. Alatlı bu başarı beklentisini çevresindeki hiç kimseden esirgemedi. Çevresindekiler sorunlarla karşılaştıklarında bir anne şefkatiyle onları onardı ve yola devam etmelerini sağladı. Alatlı akademisinin müdavimleri ülkemizin gelişmesine çok önemli katkılar sundular, sunmaya da devam ediyorlar. Dolayısıyla, Alatlı sadece kitaplarıyla değil, insan eserleriyle de ülkemize kapsamlı katkı sunmaya devam etti.’ Bu kitabı okurken aslında Alev Alatlı için zikrettiğim bu özelliğin geçmişte bu mekânlar üzerinden nasıl sürdürüldüğünü, sivil alanı nasıl zenginleştirdiğini, kültürel sürekliliğin sağlanmasına ve toplumsal sorunların çözümlerinin bulunmasına nasıl önemli katkılar sağladığını tekrar hatırlamış olduk.
Özetle, bu tip mekânların ve insanların kaybolması sadece fiziksel bir kayıp değil, akademiyanın, entelektüellerin, devlet ve siyaset adamlarının da toplumla kurdukları sivil ve doğal olan güçlü bağların da kaybıdır. En önemlisi sivil alanın zayıflamasıdır. Aslında mekân petek ise mekânın müdavimleri arılardır. Mekânlar arıların düşünce balını yapmasına imkân tanır. Bal, sivil alanın dinamikliğine işaret eder. Bal yapımına çok geniş bir katılım söz konusudur. Elbette, nihayetinde baldan en fazla yararlanan ise siyasetçiler ve devlet adamlarıdır. Çünkü bal, siyasetçi ve devlet adamı için içeriktir. Her bir mekânın ya mekânın kapatılması ya da mekânın asıl müdavimlerinin ölmesi ile önce mekânın sonrasında ise o mekânın katkılarının kaybolmasına kitap boyunca tanıklık edilince bir burukluk hissedilse de aslında dönemin bu zengin dinamizmi elbette boşa gitmemiştir, meyvelerini vermiştir. Bir taraftan Osmanlı’nın gerilemesini yavaşlatarak onarım imkânı vermiş, zaman kazanılmış, kültür-sanat, siyaset ve devlet adamları yetişmesi sağlanmış ve nihayetinde Cumhuriyet’le bu bağı devam ettiren yeni bir başlangıç imkânı sağlanmıştır.
Dönemin koşulları göz önüne alındığında bu bağlamda buluşma ve sosyalleşme yerlerinin kıraathaneler, kitabevleri, sahaflar, yayınevleri ve konaklar olduğu görülüyor. Her bir mekânın müdavimleri farklılaşırken bunlar arasında bazı entelektüellerin ise birden fazla mekânın müdavimleri olduklarını görüyoruz. Böylece tipik bir sosyal ağ yapısı olarak tüm mahfiller birbirinden haberdar olmakta, yeni yazı, kitap ve eserler üzerinden yeni düşüncelerle tanışmakta ve bunları her bir mahfilin ana bakışı ile tartışarak genişletmekte ve yeni açılımlara yol açmaktadır. Bir başka deyişle dönemin sivil alanı çok dinamik bir yapıya sahiptir. Elbette, farklı mahfillerde uzun tartışmalarla daha rafine hale getirilmiş düşünceler zamanla uygulama imkânı bularak Osmanlı’nın Avrupa karşısındaki direnişini takviye etmektedir. Kısacası, kitap sayesinde söz konusu dönemde çok canlı ve dinamik bir sivil alanın varlığına şahitlik etmekteyiz. Ayrıca, güçlü sivil alanın siyasetin içerik üretimini nasıl desteklediğini de dolaylı olarak görmekteyiz.
Dönemin tüm edebiyatçıları bir şekilde bir mekân etrafında kümelenen bir mahfilde kendisine yer bulur. Kitapta Ahmet Rasim’den Halide Edip ve Muallim Naci’ye, Mehmet Akif’ten Süheyl Ünver ve Necip Fazıl’a, Ahmet Mithat Efendi’den Nazım Hikmet’e ve Neyzen Tevfik’e, Fuat Köprülü’den Hasan Ali Yücel ve Prens Sabahattin’e, Yusuf Akçura’dan Namık Kemal ve Ziya Gökalp’e, Reşat Ekrem Koçu’dan Abdülbaki Gölpınarlı’ya, Yahya Kemal’den Ahmet Hamdi Tanpınar’a, Erol Güngör’den Sezai Karakoç ve Mehmet Genç’e kadar dönemin tüm aktörlerinin bir veya birkaç mekânın müdavimleri olduklarını görüyoruz. Sivil alanı yönlendiren kültür adamlarının kozalarını ördükleri mekânlardır bu kıraathaneler, sahaflar, kitabevleri ve yayınevleri. Bu mekânlar geçilip gidilen yerler değildir, tam tersine durulup uzun vakitlerin geçirildiği, tekrar tekrar gelinen sohbet ve muhabbet merkezleridir. Fatih Belediye Başkanı M. Ergün Turan da Takdim yazısında bu sohbet geleneğine işaret etmektedir: ‘…Osmanlı döneminden itibaren Suriçi İstanbul’u, özellikle edebiyatın, söz sanatlarının bir merkezi olmuştur. O dönemlerin popüler mekânları bir edebiyat mahfili niteliğinde kuşaktan kuşağa devreden bir sohbet geleneğini yaşatmıştır. Bu mekânlar sayesinde edebiyatımızın klasiklerini oluşturan değerli birçok şair ve yazar yetişmiştir…’
Kitap boyunca mekânlara katılanlara baktığımızda bu mekânların sadece edebiyatçılar tarafından ziyaret edilmediğine, ayrıca üniversite öğrencilerinden akademisyenlere, kamu görevlilerinden siyasilere, esnaf ve ticaret erbabından yabancılara kadar çok farklı kesim için bir uğrak yeri olduğunu görüyoruz. Aslında, bir toplumu oluşturan hemen hemen tüm kesimler bu mekânlarda eğitimlerine devam ederler. Kültür ve sanatla buluştukları gibi memleket meseleleri ve bunlar etrafındaki tartışmalardan da haberdar olurlar. Buralarda musiki etkinlikleri, tiyatro gösterileri ve özellikle ramazan akşamlarında Karagöz-Hacivat gösterileri de düzenlenir. Diğer taraftan, bu mekânlar ayrıca dönemin süreli yayınlarının da dağıtım merkezleridir (sh.95). Bu nedenle bu mekânlar bir yaşam merkezi, bir akademi, sivil alanın kalp ritminin hissedildiği özel mekânlardır. Edebiyatçılar özellikle romanlarında bu mekânlara atıf yaptıkları, çoğu kez olay veya kahraman örgülerini de bu mekânlardan seçtikleri için mekânların cazibesi sürekli güncellenir.
Sahaflar da bu bağlamda bir akademi gibi işlev görür. Yazarın vurguladığı gibi sahaflar uzun bir dönem kültür ve edebiyatın güçlü merkezleri olarak işlev görmüştür: ‘…Günümüzde asıl fonksiyonunu yitirmiş olsa da Sahaflar Çarşısı’nda kitap alışverişi yapılırken bir yandan da buraya gelen kültür-sanat ve edebiyat erbabı, her biri kendince farklı bir kütüphane olan bu dükkanlarda kitap sohbetinin haricinde çeşitli konularda da konuşmalar yapmışlardır…Hacı Muzaffer Özak’ın dükkanı gibi daha niceleri, okumanın, yazmanın ve kültürün önemli merkezleri olarak yıllar boyu okurlara hizmet verdi.’(sh.68-69).
Bu mekânların üniversite öğrencileri ve akademisyenler için ne kadar önemli olduğu ortadadır. Öğrenciler gelişimlerini bir yaşam boyu öğrenme merkezleri olan bu mekânlarda sürdürürken akademisyenler bu mekânlarda toplumsal meselelere katkı vermekte, yeni tartışmalardan haberdar olmakta, sivil alandaki entelektüellerle bağ kurarak sürekli gelişmektedir. Dolayısıyla, üniversiteler toplumsal yaşamdan kopuk değil, tam tersine merkezindedir. Aynı durum, konaklarını ve evlerini bu tip toplantılar için açan devlet adamları ve eşraf için de geçerlidir. Örneğin, Midhat Paşa’nın Konağı ‘…çeşitli edebi, siyasi tartışma ve sohbetlerin yapıldığı bir mahfil, bir akademi kimliğine sahipti.’(sh.105). Veya İbnülemin Mahmut Kemal İnal’ın Konağı benzer işlev görür: ‘…Devrin tanınmış âlim, şair, musikişinas, hattatların devam ettiği mahfili, babasından devralıp kendisi de ölünceye kadar geleneği devam ettirdi.’(sh.126). Farklı kesimlerden geniş katılımlı o kadar canlı ağ yapıları var ki ağlar birbirini etkileyerek sürekli gelişiyor ve sivil alanı da üretimi de sürekli zenginleştiriyor.
Kıraathaneden sahafa, yayınevinden kitabevine ve konağa kadar tüm bu mahfillerde dikkat çeken insanların derinliği ve niteliğidir. Bırakın müdavimlerinin niteliğini kıraathanenin sahiplerinin dahi oldukça kültürlü ve okuryazar olduklarını görmekteyiz. Konaklarını, evlerini bu sohbetlere açan siyasi ve devlet adamlarının sahip oldukları kütüphaneler, bildikleri yabancı diller ve kültür ve sanatla derin ilişkileri oldukça dikkat çekicidir. Kitapta yer verilen sadece Dino-zade Abidin Paşa örnek olarak yeter: ‘…Arapça, Farsça, Arnavutça, Fransızca ve Yunancayı iyi bilen, edebiyatı seven Paşa, Tercüme ve Şerh-i Mesnevi-i Şerif eseriyle Mevlana’nın Mesnevi’sinin tercümesi ve ilk cildinin şerhiyle ün kazanmıştır…’(sh.149). Mekânlardan herkes nasibi alır ve gelişmeye devam eder. Bir başka deyişle, dönemin mekânlarına devam edenler kadar mekânların sahipleri de kültürlü ve etraflarında güçlü sosyal ağların olduğu ve bu ağlarda çırak-usta ilişkisi ile insanların yetiştiği sivil alanın güçlü akademileridir.
Tam da bu noktada 6 Şubat 2025 tarihli ‘Alev Alatlı’yı Anarken’ başlıklı yazımı hatırladım. Yazıda Alatlı’nın bir mütefekkir olarak üretiminin ötesinde çevresindeki gençleri nasıl memleket meseleleri üzerine düşünmeye çektiğine, sürekli vakit ayırdığına ve evini bu bağlamda insanlara nasıl açtığına değinmiştim: ‘…Alatlı sadece eserlerine ilgi göstermedi, ayrıca gücü yettiği kadar herkese yetişmeye, yönlendirmeye gayret gösterdi. Bu bağlamda sempozyumda ‘Onarımcılar’ oturumunda anlatılanlar, onun özellikle gençleri bu bağlamda desteklemek için ne kadar vakit ayırdığına, onlarla ismi konulmamış bir usta-çırak ilişkisi kurarak bunu sürdürdüğüne şahitlik ediyordu. 2000’li yılların başından itibaren gençler kendilerini onarımcılar olarak tanımlayarak Alatlı’nın eserlerini anlama, ülkemizin meselelerine bizden ‘yerli’ çözümler üretme konusunda uzun soluklu bir çalışmaya girişmişler ve Alatlı bu süreçte gençlerin sürekli yanı başında olmuştu. Onarımcıların dile getirdiği gibi onlar artık Alatlı’nın evinin ahalisiydi. Saatlerce konuşuyorlar, tartışıyorlar ve yazıyorlardı. Her bir onarımcı kendi alanında ülkemiz için çözümler üretmeye devam etti. Aslında Kapadokya Üniversitesi daha kurulmadan önce zaten canlı ve üretken bir ‘Alatlı Akademisi’ kurulmuştu. Tüm oturumlarda konuşanların vurguladıkları, Alatlı’nın kendilerine inanması ve değer vermesiydi. Eğitim dünyasından bildiğimiz gibi, öğretmenin öğrenciden başarı beklentisi akademik başarıdaki en kritik unsurdur. Bir başka deyişle, öğretmenin başarı beklentisi yüksek olan öğrenciler genellikle akranlarına göre daha başarılı olurlar. Alatlı bu başarı beklentisini çevresindeki hiç kimseden esirgemedi. Çevresindekiler sorunlarla karşılaştıklarında bir anne şefkatiyle onları onardı ve yola devam etmelerini sağladı. Alatlı akademisinin müdavimleri ülkemizin gelişmesine çok önemli katkılar sundular, sunmaya da devam ediyorlar. Dolayısıyla, Alatlı sadece kitaplarıyla değil, insan eserleriyle de ülkemize kapsamlı katkı sunmaya devam etti.’ Bu kitabı okurken aslında Alev Alatlı için zikrettiğim bu özelliğin geçmişte bu mekânlar üzerinden nasıl sürdürüldüğünü, sivil alanı nasıl zenginleştirdiğini, kültürel sürekliliğin sağlanmasına ve toplumsal sorunların çözümlerinin bulunmasına nasıl önemli katkılar sağladığını tekrar hatırlamış olduk.
Özetle, bu tip mekânların ve insanların kaybolması sadece fiziksel bir kayıp değil, akademiyanın, entelektüellerin, devlet ve siyaset adamlarının da toplumla kurdukları sivil ve doğal olan güçlü bağların da kaybıdır. En önemlisi sivil alanın zayıflamasıdır. Aslında mekân petek ise mekânın müdavimleri arılardır. Mekânlar arıların düşünce balını yapmasına imkân tanır. Bal, sivil alanın dinamikliğine işaret eder. Bal yapımına çok geniş bir katılım söz konusudur. Elbette, nihayetinde baldan en fazla yararlanan ise siyasetçiler ve devlet adamlarıdır. Çünkü bal, siyasetçi ve devlet adamı için içeriktir. Her bir mekânın ya mekânın kapatılması ya da mekânın asıl müdavimlerinin ölmesi ile önce mekânın sonrasında ise o mekânın katkılarının kaybolmasına kitap boyunca tanıklık edilince bir burukluk hissedilse de aslında dönemin bu zengin dinamizmi elbette boşa gitmemiştir, meyvelerini vermiştir. Bir taraftan Osmanlı’nın gerilemesini yavaşlatarak onarım imkânı vermiş, zaman kazanılmış, kültür-sanat, siyaset ve devlet adamları yetişmesi sağlanmış ve nihayetinde Cumhuriyet’le bu bağı devam ettiren yeni bir başlangıç imkânı sağlanmıştır.