🎰 MistyCasino’a Giriş Yapmak İçin Tıkla!

Soygun deyip geçmeyin

M

Mistycasino

Administrator
Yönetici
Öyle bir zamanda yaşıyoruz ki olmaz denen her şey yaşanabiliyor, imkânsız denenler yapılabiliyor!

Her seferinde, artık şaşıracağım bir şey kalmadı diyorum ama illa şaşıracak bir şey buluyorum.

İşte yine ‘yok artık’ diyeceğim bir olayı, ağzım açık yazıyorum;

Fransa denince ilk akla gelen şeylerden biri olan, dünyaca ünlü Louvre Müzesi, güpegündüz soyuldu!

Ya öyle böyle bir soyulma değil! Dünyanın en çok korunan müzelerinden birisi burası ve sabah saatlerinde, toplam 7 dakika içinde olup bitiyor! Hırsızlar, Mona Lisa'ya birkaç blok uzaklıkta yer alan, Napolyon dönemine ait mücevherlerin sergilendiği Galerie d’Apollon bölümüne girerek Napolyon ve İmparatoriçe’ ye ait 9 tarihi parçayı çalıyor. Hırsızların kaçarken, Fransız İmparatoru III. Napolyon’un eşi için tasarlanan özel tacı düşürdükleri ve tacın kırılmış şekilde ele geçirildiği açıklanıyor.

Vay vay vay! Şöyle bir baktım da yazdıklarıma, sanki yakında yayınlanacak bir dizinin, adı da mesela ‘Casa da la museum’, tanıtım yazısı gibi olmuş! Ama senaryo değil gerçek! Ha bundan dizi çıkar mı, hatta imzalar çoktan mı atıldı, göreceğiz. Profesör ve ekibi İspanya Merkez Bankasını, Arsen Lupen de Louvre Sarayı’nı soymuştu. Böyle diziler yapıp soygun nasıl yapılır adım adım anlatıp üstüne bir de sonunda başarılı çıkartıp milleti iştahlandırırlarsa olacağı bu!

Bu kadar soygun filmi izleyince ister istemez kafa da başka çalışıyor, komplo teorileri, dizginlerinden kurtulmuş halde dört nala ilerliyor. Mesela aklıma şu geliyor, hırsızlar Napolyon’un bölümüne özellikle mi girdiler, onun mücevherlerini özellikle mi istediler? Çünkü Rusya’nın Fransa’ya öfkesi, Napolyon döneminden beri belli! Bitmeyen kin, buz gibi bir soğukluk var iki ülke arasında. Aralarındaki kriz, Ukrayna- Rusya savaşı ve Çad mevzusuyla iyice alevlenmiş durumda!

Hal böyleyken bir de müzenin ve de koleksiyonun en önemli parçalarından birinin- kraliçenin tacının- kırılmış olması, sokağa atılması, Rusya’nın Fransa’ya; ‘istersem senin en çok korunan bölgene girebilirim, en özel eserlerine ulaşabilirim’ mesajı mı acaba? Ya da çok mu derin düşünüyorum, basit bir güvenlik zafiyeti ve hırsızlar sadece bundan mı faydalandılar?

Kafamda deli sorular!

Dedim ya soygun dizilerinin bölüm bölüm, sezon sezon parçası yaptılar bizleri diye, kafama takıldı benim, şimdi ne olacak bu mücevherlere!

Casa da papel de külçe altınları eritiyorlardı ama altın gene altındı! Şimdi bu mücevherlerin, bütün halinde satılması kolay değil! Çok deli bir koleksiyoner olacak da gizli koleksiyonuna koyacak da! Kimseye gösteremedikten sonra, havasını atamadıktan sonra bu ihtimal düşük zannımca! Eserlerin bu kadar popüler, olayın da bu kadar gündem olması, bu ihtimali eliyor bile hatta!

Geriye mücevherlerin sökülüp madenin eritilmesi akla geliyor bu da mücevherin ve de eserin değerini yerle bir edecek bir durum. Tamam eritilmiş hali de çok para eder kabul de değerinin çok aşağısına gider, dünyanın gözünün önünde bu kadar büyük bir soygunun riskine girmeye ne kadar değer!

Bakacağız! Bir süre sonra çalınanlar, isimsiz olarak iade edilirse ya da çıkıp dünyanın karşısına; ‘Biz çaldık! İstersek yapabiliyoruz, istediğimizi çalabiliyoruz!’ diyerek isimlerini duyurma, şöhret olma ya da varsa bir mesajları, onu duyurma amacındaysalar da şaşırmayacağız!

Ya bakın, yine ‘şaşırmayacağım’ diyorum ama şaşıracağım biliyorum!

Neyse canım, bunlar mühim değil Allah şaşırtmasın!

Her millet, eserine, müzesine, güvenliğine sahip çıksın, burada bizi yormasın!

Köşe yazısını geçtim, senaryo yazdım şurada iki dakikada, keşfetsin artık beni Hollywood, Uyumasın!

………………………………….*………………………………..

MONA LİSA

Tüm dünyayı şoke eden Louvre Müzesi’ndeki bu soygun, müzenin 1911 yılındaki soyulma hikayesini hatırlattı! Bu soygunda Napolyon hazinesindeki mücevherler soygunun konusu iken bundan 114 yıl önceki soygunda cüretkâr bir hedef planlanmış, dünyaca ünlü Mona Lisa tablosu çalınmıştı. O soygunun enteresan bir özelliği ve de hikayesi vardı;

Şehrin köhne banliyölerinden birinde, önlüğünün altına gizlediği büyük, ahşap bir çerçeveyle zorlukla yürüyen bir adam, gün aydınlanmadan evine vardı. Bir odun yığının arkasında, duvardaki oyuğa çerçeveyi yerleştirdi. İki saat sonra da evinden çıkıp işine gitti. O sırada hiç kimse, bu işin bir eseri dünyaca ünlü yapacağını tahmin dahi edemezdi, hatta adamın kendisi bile…

Bir ara veriyorum hikayeye ve soruyorum; ’Dünyanın en bilinen, en tanınan, meşhur sanat eseri, tablosu hangisi acaba?

100 kişiye sordum, tek popüler cevabı aldım; Tabiki ‘Mona Lisa’

Gerçekten de hepimiz biliriz Mona Lisa’yı, hepimizin iyi kötü bir fikri vardır onun hakkında. Nedir onu bu denli yapan diye sorulduğunda, gizemli gülümsemesi geliyor değil mi ilk akla? Bir bakıldığında gülümsüyor olması bir bakıldığında ise hüzün barındırması! Üstat Leonardo da Vinci resmi yaparken, sağında ve solundaki dümdüz olması gereken ufuk çizgilerini bilerek mi birbiriyle böyle tutarsız yaptı da bu ifade oluştu yoksa istemeden mi oldu, bilmiyoruz. Bildiğimiz bir yüzde zıt iki duyguyu verebilmek, maharet işi. Bir de bakışları var ki hatunun, eyvah eyvah. Tabloya bakan kişi nereden, hangi açıdan bakarsa baksın, Mona Lisa sanki hep doğrudan onun gözlerinin içine bakıyor gibi. Bu da mı gol değil pardon sanat değil hocam yani?

Ancak Mona Lisa’yı bu kadar ünlü yapan ne sırıtışı ne de içinizi okuyan bakışları! Onun dünyaca ünlenmesinin sırrı, yazının başında anlatmaya başladığım hikâyede! Devam ediyorum o halde;

Ahşap çerçeveyi oyuğa saklayıp işine giden adam, 1911 yılının 21 Ağustos günü, Mona Lisa tablosunu, sergilendiği Louvre Müzesinden çalmıştı. Günlerden pazartesi olduğu için, yokluğu 24 saat fark edilmedi ve bu bir skandala dönüştü. Müzedeki panik havası, hızla yayıldı. Louvre Müzesi polislerle doldu, içeriye bir karargâh kuruldu. Yaklaşık 49 dönümlük bir alana yayılmış müze, bir hafta boyunca didik didik arandı ama tablo bulunamadı. Bu Fransa için büyük bir şoktu. Herkes şunu soruyordu;

‘Mona Lisa’yı gören oldu mu?’

İlk zamanlarda, eser Fransa dışında pek bilinmiyordu ancak ilerleyen günlerde Mona Lisa için müthiş bir tanıtım başladı. Dünya çapındaki gazetelerde, dergilerde, sokak panolarında, el ilanlarında, çikolata kutularında her yerde Mona Lisa vardı. Müzedeki boş kalmış yerinin önünde metrelerce kuyruklar oluşuyordu. Çalınması öyle infial uyandırmıştı ki boş kalan yeri bile izleyici topluyor, para kazandırıyordu.

Hırsız, müzede çalışan Vincenzo Perugia idi ve İtalya’da 100.000 dolara satmaya çalışırken yakalandı ve açıklamasında; Eserin İtalya’ya ait olduğunu o yüzden İtalya’da kalması gerektiğine inandığı için çaldığını söyledi.

Ve Mona Lisa, 27 ay sonra evine geri döndü. Çalınana kadar yalnızca belirli sanat çevrelerindeki insanların bildiği bir eser iken, bu olay sayesinde bir anda dünya çapında üne kavuştu. Bir yıldız oldu!

Bir hırsızlık hikayesinden yıldızlığa giden bu yol; ‘Her İşte bir hayır vardır’ a kadar getirdi beni tutup ellerimden. Son birkaç gün, bugüne kadar hakkını hiç teslim etmediğim bir söze, bir deyişe methiyeler düzmem gerektiğini öğretti bana! Haksızlıklar, insanımsı şeytanlar bu mübarek ayda hatırlattı, bu sözün anlam ve önemini! Olmuyor diye üzüldüğüm onca şey, tutmuyor diye hayıflandığım onca plan, gerçekleşmiyor diye kırıp döktüğüm onca hayal meğer hayrımaymış benim, ayağıma batan dikenler gülün habercisiymiş. Her şerde bir hayır mı bin hayır mı var bilemiyorum ama sınavsız sınıfı geçemiyorsun, onu biliyorum. Her şey Ademle Havva’nın suçuydu. Sınavsız sınıf atlama hakkımızı onlar yüzünden kaybettik. Bir elma için değer miydi be canlarım, nefse hâkim olmak bu kadar zordu sanırım.

Herkesin sınavı ayrı bu dünyada; Kimi açlıkla, yoklukla, parasızlıkla kimi hastalıkla! Bazımız aşkla bazımız eşle dostla evlatla! Neye zaafın varsa o senin sınavın! Neye karşı zayıfsan mücadele de hep onunla! Şükrederek geçilen sınavlar, iyi geliyor sonrasında. O şerler yüzünden edilen isyanlar ise başa hep bela!

Velhasıl, olmuyor diye sızlandığım o kadar çok duaya, iyi ki olmadı diye şükrettim ki sonradan, Mevlana’nın sözünü küpe yapıp taktım artık kulağıma;

“İstediğin bir şey olmuyorsa,

Ya daha iyisi olacağı için ya da gerçekten de olmaması gerektiği için olmuyordur bu hayatta!

Son olarak da mevzuyu Mona Lisa’dan ta buralara kadar getiren Leonardo da Vinci’nin ruhuna,

El Fatiha !

………………………….*………………………………….

ÖLÜMSÜZLÜK

“Seyahat edin, sıhhat bulun” buyurmuş peygamberimiz!

‘İnsan ruhu, kâinatta geçerli olan hareket kanununa tâbi olarak hareket etmekle rahatlar, mutlu olur’ demiş, ne kadar doğru!

Yaşadığın yerden bir süreliğine uzaklaşınca algın değişiyor, algın farklılaşıyor. Yeni kültürler tanıdıkça, yeni hikâyeler duydukça farkındalığı artıyor insanın. Hele de gittiğin yerde yaşayan insanların anlattığı hikayeler, daha bir etkiliyor, oraya daha farklı bir gözle bakmanı sağlıyor.

Döndüm İngiltere’den de artçıları hala devam ediyor. Orada yaşayan doktor arkadaşımın, puslu bir Londra akşamında anlattığı ve daha önceden bilmediğim bu bilgi, şaşırttı beni. Olay Birleşik Krallığın güzide ülkesi İskoçya’da geçiyor. Bundan yıllar önce, İskoçya’nın kırsal kesiminde çiftçilik yapan Fleming ailesi yaşıyormuş. Günlerden bir gün, bay Fleming, tarlada çalışırken bir çığlık duymuş ve hemen sesin geldiği yere koşmuş. Bir de bakmış ki beline kadar bataklığa batmış bir çocuk, kurtulmak için çırpınıp duruyor bir yandan da avazı çıktığı kadar bağırıyor. Çiftçi, atlayarak neredeyse ölmek üzere olan çocuğu bataklıktan çıkarmış ve hayatını kurtarmış. Ertesi gün Fleming’lerin evinin önüne gösterişli bir araba yanaşmış ve içinden şık giyimli bir aristokrat inmiş.

Aristokrat kendini, çiftçinin kurtardığı çocuğun babası olarak tanıtarak, ‘‘Oğlumu kurtardınız, size bunun karşılığını vermek istiyorum’’ diyerek yüksek meblağlı bir çek uzatmış. Yoksul ama onurlu bay Fleming ise, ‘‘Bu benim insanlık görevimdi. Bu çeki kabul etmem mümkün değil’’ diyerek çeki geri çevirmiş. Tam bu sırada, kapıdan çiftçinin küçük oğlu görünmüş. ‘‘Bu senin oğlun mu?’’ diye sormuş aristokrat. Çiftçi ise gururla ‘‘Evet!’’ diye cevap vermiş. Aristokrat, ‘‘O zaman gel şöyle yapalım, İzin ver oğlunun iyi bir eğitim almasını sağlayayım. Eğer karakteri babasına benziyorsa ilerde gurur duyacağın bir kişi olur.”

Çiftçi Fleming’in oğlu, aristokratın himaye ve desteği ile eğitim görmüş ve Londra’daki St. Mari’s Hospital Tip Fakültesi’nden mezun olmuş. Yaptığı çalışmalar ve araştırmalarla da adını tüm dünyaya penisilini bulan Sir Alexander Fleming olarak duyurmuş.

Bir süre sonra aristokratın oğlu zatürreye yakalanmış. Onu ne mi kurtarmış?

Elbette ki Penisilin!

Aristokratın adı, Lord Randolp Churchill!

Oğlunun ad; Sir Winston Churchill!

Kurtaran doktor, Çiftçinin oğlu Sir Alexander Fleming!

Bir doktordan, bir doktorun bu müthiş hikayesini dinlemek çok etkileyiciydi. Hayatın, tesadüf adı verilen halkalardan oluştuğunu ve bu halkaları tutturan bağların azim, çalışma ve iyi kalp olduğunu yeniden hatırlattı bana!

Çünkü gerçekten de sahip olduklarınla değil, dokunduğun hayatlarla hatırlanacaksın!

Umutsuz birini motive etmek, yaralı bir kalbi iyileştirmek, bir hayatı değiştirmek, bir insana iyi gelmek, bir yüzü gülümsetmek gerçek mutluluk! Günlük değil ömürlük!

Ve bir kalbe dokunabilmektir, ölümsüzlük!

……………………………*………………………….

HAFTANIN EN’LERİ

Haftanın Hırsızlığı:
Pes dedirtti! Bir zamanlar hem insanlara hem de ölmüşlere saygı vardı. İnsanın insana duyduğu saygı hızla azalırken ölüye duyulan çoktan bitmiş gitmiş! Mermer mezar taşları, sökülerek evlerde, bahçelerde süs olarak kullanılmaya başlanmış, inanabiliyor musunuz?

Tekirdağ'ın Hayrabolu ilçesinde mezarlık mermerlerini çalarak evinin bahçesinde kullandığı öne sürülen şüpheli gözaltına alındı! İhtiyaç için değil süs olarak çalan ve ölülerin ruhunu inciten bu kansıza umarım sağlam bir ceza verilir de vicdanlar biraz olsun rahatlar!

Haftanın Gururu:Buse Naz Çakıroğlu sayesinde yaşandı! Milli boksörümüz Buse Naz Çakıroğlu, Dünya Boks'un (World Boxing) açıkladığı dünya sıralamasında kadınlar 51 kiloda birinci sırada yer aldı! ‘Elinin hamuruyla erkek işine karışma’ diyenlere inat, genellikle erkeklere özgü bir sporda, adını tarihe altın harflerle üstelik birinci sırada yazdıran hemcinsimi yürekten kutluyorum. Yolun açık olsun güçlü kadın! Helal sana Buse Naz!

Haftanın Vicdansızlığı:Kreşte yaşandı! Edirne'deki özel bir kreşte yaşanan olayda, 3 yaşındaki bir çocuğu ısırdığı iddiasıyla gözaltına alınan çocuk bakıcısı kadın tutuklandı! Öğretmen yazacaktım ama bu kadar ulvi bir meslekle bu vicdansızlığı yan yana yazamadım. "Isırma gibi kasıtlı bir eylemim olmadı. Çocuğu öperken yaşandı. Cildi hassas olduğu için kızarıklık yaşandı. Sevme anında yaşanan bir gelişme" diyerek kendini savunan kadın hakkında Aile ve Sosyal hizmetler Bakanlığı tarafından da soruşturma açıldı. Küçücük bir çocuğun canını yakan, kolunu morartan ve bunu da sevgi kisvesi altında yapan vicdansız, tutuklanarak cezaevine gönderildi! Çeksin cezasını, kendi kolunu ısırsın artık şimdi!

Haftanın Yeniliği:Sağlıkta kolaylaştırıcı etki! Organ bağışında yeni sistem! Sağlık Bakanlığı tarafından getirilen yeni düzenlemeyle organ bağışı süreci daha da kolay hale geliyor! Halihazırda organ bağışçısı olabilmek için, organ bağış noktasına gitmek ve iki tanık huzurunda form imzalamak gerekiyordu. Ancak her hâlükârda kişinin ölümü üzerine organlarının bağışlanması için ailesinin onayı şarttı. Gelen yeni düzenlemeyle ölenin ailesinin organ bağışına karşı bir itirazı olsa bile bağışçının hayattayken yaptığı resmi başvuru esas alınacak! Keza organlarını bağışlamak isteyenlerle, e-devlet Kapısı üzerinden, kimlik bilgileriyle bağışçı olunabilecek! Gayet yerinde, olması gereken bir düzenleme! Sırf bürokratik süreçlerin uzunluğu ve karışıklığı yüzünden bağışçı olamayan kimselere kolaylık sağlayan bu uygulama ile organ bekleyenler daha kolay ve kısa sürede organ nakli olabilecek!

Haftanın Seçimi:Çooook uzaklardan- Japonya’dan geldi! Japonya’daki Liberal Demokrat Partisi'nin lideri Sanae Takaichi, mecliste yapılan oylamayı 237 oyla kazanarak ülkenin ilk kadın başbakanı oldu. 64 yaşındaki Takaichi, ilk hedefinin ekonomiyi canlandırmak olduğunu açıkladı! Hey gidi medeniyetler ülkesi, teknolojinin başkenti, uygarlığın günümüzdeki adı Japonya! Bir kadın başbakanını yeni seçiyor, dünya da bunu alkışlıyor! Bizde kadınlara seçme ve seçilme hakkı ulu önder Atatürk tarafından 1934’te verilmişti ve Türkiye ilk kadın başbakanını, bundan 32 yıl önce 1993’te- Tansu Çiller ile seçmişti! Otur yerine Japonya! Sıfır!
 
Geri
Üst