M 
		
				
			
		Mistycasino
Administrator
Yönetici
		Yılın en önemli haftasındayız!
Sabah özgür uyanabiliyorsak, istediğimiz dili konuşup, istediğimiz dinin gereklerini yapabiliyorsak ve Orta Doğu’daki birçok ülkeden ayrışabiliyorsak eğer, pek tabi ki cumhuriyet sayesinde!
Ulu önder Atatürk’ün, medeni bir ülke için en uygun yönetim şeklinin cumhuriyet olduğu fikri, kafasında kendisi henüz 25 yaşındayken şekillenmeye başlamış. Takvimler 1906 yılını gösterirken Suriye’deki cepheden yakın arkadaşı Halil Bey ile “Cülusu hümayun” (padişaha dair) şenliklerini izleyen Mustafa Kemal, aniden Halil Bey’in kolunu tutarak, “Halil! Bu millet kendi kurtuluşu için de şenlik yapabilir. Nihayet büyük hizmetler etmiş olan bir adam için şenlik yapabilir. Fakat hanedan için neden donanma yapılsın, padişah da kim oluyormuş? Padişahlık da ne demekmiş?” diye sormuş. Halil bu soruya tedirgin bir şekilde, “Peki ama o zaman memleket nasıl idare edilecek? Bu padişah giderse devletin idamesi için yine bir padişah lazım gelecek” diye cevap vermiş. Mustafa Kemal, bu tepkiye celallenerek, “Neden mutlaka padişah fikrine saplanıyorsun Halil?” diye bağırmış, cevabı çoktan hazırmış; “Biz de cumhuriyet yaparız!”
Dünya tarihinde büyük iz bırakan Osmanlı İmparatorluğu, padişah idaresinde mutlak monarşi ile yönetildi. Doğudan batıya, kuzeyden güneye yayılmış dev imparatorluk, 1.Dünya Savaşı ile yıkıldı. Yurdun dört bir yanı işgal edilen, fakru zaruret içinde bitap düşen halkla birlikte ulusa bir mücadele başlatan ulu önder Atatürk, halk iradesinin egemen olacağı bir yönetim şekli için harekete geçti. İşte uzun uğraşların, kanlı savaşların ve kararlı bir mücadelenin ardından 28 Ekim 1923’ü 29 Ekim 1923’e bağlayan gece yarısı Çankaya Köşkü’nde İsmet (İnönü) Paşa ile birlikte bir yasa taslağı hazırladı. Bu taslak, anayasanın devlet şeklini belirleyen temel maddelerinde değişiklik öngörüyordu. Bu değişikliğe dair en önemli maddeler “Türkiye Devleti’nin hükümet şekli cumhuriyettir” ve “Türkiye Cumhurbaşkanı, TBMMM Genel Kurulu tarafından ve kendi üyeleri arasından bir seçim dönemi için seçilir. Türkiye Cumhurbaşkanı, devletin başkanıdır” idi. O taslak, bir devletin kaderini, tarihin akışını değiştirdi. Türk milletinin birlik ve beraberlik ruhunun tezahürü olan Kurtuluş Savaşı’nın sonunda kazanılan ve İstiklal mücadelesinin en büyük eseri olan Cumhuriyetin ilanı, yoktan var olan, karanlıktan doğan bir milletin, yeniden doğuş hikayesidir.
Simurg’un hikayesini bilirsiniz! Hani bilgi ağacının dallarında yaşayan ve akla gelmeyecek her şeyi bilen Simurg’un ya da bilinen adıyla Zümrüd-ü Anka kuşunun hikayesini!
Bütün kuşlar ona inanır, başları sıkıştıkça Simurg’un kendilerine yardım edeceğine, onları zor durumlardan hep kurtaracağına inanırlar. Zümrüd-ü Anka kuşu, öleceğini hissettiği zaman, bir ağacın kuru dallarından kendisine bir yuva yapar ve yuvanın içinde ölümü bekler. Ta ki güneş bütün görkemiyle ortaya çıkıp, kuru dalları yakıncaya kadar! Simurg, yuvasında yanarak ölür ve tamamen yandıktan sonra, küllerinden yeniden doğar. Simurg yani Zümrüd-ü Anka kuşu, nerede olduğu bilinmeyen bir dağda- Kaf Dağı’nın tepesinde yaşar ve ona ulaşmak imkansızdır!
Cumhuriyet, Kaf Dağı’nın zirvesinde yani imkansızın da ötesindeydi bizim için! Ve Türk milleti, Zümrüd-ü Anka kuşu’ydu tüm zamanların; Küllerinden doğan Simurg’uydu yarınların!
29 Ekim, doğumgünü bu milletin!
Bayramı; Demokrasi isteyenlerin, YAŞASIN CUMHURİYET diyenlerin!
…………………………..*………………………..
KIŞ ŞÖLENİ
Kış, sadece bir mevsim değil bence!
Bir renk, bir ritüel ve bir ses aynı zamanda!
Hele de yaşı kırkları geçenler için gerçekten bir ses!
Soğuk kış gecelerinde evinizde otururken sıcak sıcak, iki hece misafir olur hanenize!
Uzun uzun bağıran bir ses gelir önce kulağınıza sonra damağınıza!
Ağzı sulandıran bu ses, başlamıştır yaklaşmaya; Booo zaaa…!
Eskiden sokaklarda satılırdı boza, güğümler içinde hatta! Ya bakın şimdi yaşım da çıktı ortaya!
Kesif bir tarçın kokusu, sıcacık leblebiler, yarısı içilmiş kalanı kaşıklanmış, ağıza buruna bulaşmış boza, kışın göbek adı valla. Hava soğuk ve yağmur çiselerken Haliç’ten yukarı Beyazıt’a doğru bir yürüyüşle vardığımız dükkândan içeri girer girmez bir hikâyenin, bir geleneğin içine daldığımızı hissederdik. Kolay değil, koca bir tarih yatıyor burada, 140 yıl boyunca kimler girmiş bu kapıdan acaba? En etkileyici olanı, duvarda asılı olan bir raf ve içindeki bardak! Bardak, Mustafa Kemal Atatürk’e ait! 1937 yılında bir pazartesi günü saat 18:00’de burada boza içmiş ulu önder. O bardak ve neredeyse o an, saygıyla ve de gururla muhafaza ediliyor hala! Bu arada farkında mısınız, her şeyin, her tadın muadili çıkıyor da bozanın çıkmıyor. Boza efsanesi, tek marka ile yüzyıldır devam ediyor. Oğlum sordu geçenlerde, niye sadece Vefa geliyor akla, boza deyince diye! Hikâye şöyle;
Boza aslında 8000 yıldır çavdar, mısır ve en çok da darıdan yapılan fermente bir içecek. Öyle ki içindeki mayanın fermantasyonu sebebiyle 16.yüzyılda alkollü içecekler kapsamında neredeyse meyhanelerle bir tutulurmuş. Osmanlı döneminde de çok tüketildiğinden, o dönemde sadece İstanbul’un içinde 300’ün üzerinde bozacı dükkânı olduğu söyleniyor. İşte hikâyenin kahramanı, Karadağ sınırındaki Prizren Kasabası'nda yaşayan Arnavut genci Sadık Efendi, 93 Harbi diye bilinen Osmanlı-Rus savaşının ardından, 1876 yılında Rumeli'den yaşanan yoğun göç sırasında İstanbul'a geliyor. Meşhur Ahmediye Bozacısı ve benzeri nam salmış ünlü bozacılar gibi Sadık Efendi de bozaya dokunmayı başarıyor. Fakat bu dokunuş, bozanın gelecek tarihini yeniden yazacak, henüz onu bilmiyor. O zamanlar boza, Ermeni usulü, sulu kıvamlı, esmer renkli, ekşi biçimde yapılıyor. Bozanın o tadını pek beğenmeyen Sadık Efendi, kendi buluşuyla Arnavut usulü, farklı bir yöntem deniyor ve işte o yöntem, bugünkü haliyle yani koyu kıvamlı, açık sarı renkli henüz yeni mayalanma kabarcıklarının oluştuğu andaki çok hafif ekşimsi lezzeti, Vefa Bozasının ilk imzası oluyor. Lezzetinin sırrının da yapımında kullanılan kum darısının irmiğinde saklı olduğu söyleniyor.
Evinin altındaki bir bodrumda zor şartlarda, kendi imkânları ile ürettiği bozasını, altı yıl boyunca kış geceleri saray ve çevresinde, omzunda taşıdığı bakır güğümlerle dolaştırarak tanıtıyor Sadık Efendi! Kar, soğuk dinlemiyor, mahalle mahalle geziyor. Kendi ürettiği bu boza, halk tarafından çok seviliyor. Gösterilen ilgi ve talep karşısında, ‘artık tamam, hazırım’ diyen Sadık Efendi, zamanın saraylı, aristokrat aileleri ile bürokratlarının oturduğu, İstanbul'un en elit semtlerinden biri olan Vefa'da, 1876 yılının Eylül ayında, bozanın dünyadaki ilk resmi ticarethanesini açıyor. Vefa semtinde açılan bozacının adı “Vefa Bozacısı” olarak belirleniyor.
Mevzunun yakın zamanda gazetelere yansıyan üzücü ve çirkin yanına girmek istemesem de olayın bir parçası olması sebebiyle girmek kaçınılmaz oluyor maalesef. Hızla ilerleyen Sadık Efendi, bir süre sonra Prizren’de yaşayan kardeşi İbrahim Efendi’yi İstanbul’a getiriyor ve kasanın başına oturtuyor. Zamanla vefatlar oluyor ve bu iki kardeşin çocukları karşılıklı dükkanlarda birbirlerine rakip oluyor. Olaylar mahkemeye taşınıyor ve gazetelerden de hatırlarsınız, kanlı bir miras kavgasının içine giriliyor.
Ama ben bundan ari tutuyorum bozayı, boza benim çocukluğum çünkü!
Masumiyetim, gençliğim, tadında kendimi bulduğum benliğim!
Şimdilerde Vefa artık sadece bir semt olsa da İstanbul’da, düşlerim var hala benim, boza kıvamında!
Tamam hayat bazen şerbet beklerken şıra yapsa da planları, olsun onda da vardır bir hayır;
Ne de olsa şıracının şahidi bozacıdır
…………………………………*……………………………
AKREP
Astroloji, kadim bir bilim dalı! Yüzyıllardır hayatımızda, burçlarımızı bastık bağrımıza, yükselenlerimizin yeri başka! Burç uyumuna bakarak eş seçenler, doğum haritasına göre evlenenler, işe girenler, daha neler neler…
Valla sizi bilmem de ben fazlasıyla inanıyorum astrolojiye! Haftalık burç yorumumu okurum, Merkür retrosuna sinir olurum. Satürn’den korkar, Jüpiter’e kurban olurum. Hangi gezegen, ne zaman, hangi evde öğrenirim, inceleyerek! Bazen anlayamıyorum, formüller sayılar- evlerimin önü boyalı direk!
Neyse en iyisi konuya gireyim direkt!
Ay itibari ile akrep burcuna girmiş bulunmaktayız! Zodyak’ın zeki, hırslı, azimli akreplerinin ayındayız. Akrep, zehri, kini ve düşmanını sokamazsa kendini sokup öldürmesiyle bilinen ve adıyla tehlikeyi çağrıştıran bir hayvan! Son derece dikkat edilmesi gereken, güçlü, sinsi ve korkutucu! Ama akrepler hakkında öyle bir şey öğrendim ki onlara duyduğum antipati, yerini acımaya, korumaya bıraktı. Arama koyduğum mesafe azaldı, sempatim arttı. Bu kadar korkutucu, tehlikeli ve de zehirli bir hayvanın nerede sempatikliği derseniz cevabım, anneliği! Şöyle ki;
Anne akrep doğum yaptıktan sonra yavrularını sırtında taşırmış. Ama üzücü olan, bu yavru akreplerin kendi annelerinin etiyle beslenmeye başlaması! Yani yavrularının beslenebilmesi için, canlı canlı yenilmeye, etinden et kopmasına razı oluyormuş anne akrep!
Yavrular güçlenip büyürken ve sonunda kendi başlarına yürürken, gün geçtikçe daha da zayıflıyor, güçsüzleşiyor ve hareket edemez hale geliyormuş anne akrep. En nihayet yavrular, tek başlarına hayatta kalabilecek kadar güçlendiklerinde, anne akrep ölmüş oluyormuş. Yavrularının yaşayabilmesi için tamamen kurban edilmiş bir hayat anneninki yani!
Hoş bizimki de çok farklı da değil yani! Doğduğumuz andan itibaren- hamilelik sürecini, o süreçteki sıkıntıları saymıyorum bile- her türlü fedakarlığı yapan annelerimiz- babalarımız! Tabi hepsi için diyemiyorum, anneliği hakketmeyenler ile baba olmayı beceremeyenler konumuz dışı! Ama fedakârlık deyince, akla ilk anne geliyor genelde! Canından can kopuyor onun da hem doğururken hem de büyütürken evlatlarını! Yok sayıyor canını, yaşasın diye yavruları!
Karşılıksız sevginin adı bu ve fedakarlığın ana vatanı!
Karşılıksız diyorum çünkü karşılıklı olunca yani bir taraf feda ederken diğer taraf kâr ediyorsa bu ticaret oluyor. Ha tabi fazla fedakârlık, vefasızlığı getiriyor da biz vefayı bozacıda bırakıyoruz, buraya taşımıyoruz!
Ezcümle bir akrep kadar olamayan onca insanın içinde vicdanınız rahat, kâr beklemediğiniz fedanız varsa iyi insansınızdır!
Ve bence fedakarlık,
Başkaları için yaptıklarınız değil, kendiniz için yapmadıklarınızdır!
……………………………….*……………………………
HAFTANIN EN’LERİ
Haftanın Polemiği:Sanatçıları böldü! Günlerdir bir, ‘oyunculuk kutsal mı, değil mi’ polemiği sürüp gidiyor! Oyuncu Dilan Çiçek Deniz'in, "Oyunculuk o kadar da kutsal bir meslek değil" şeklindeki sözleri, sinema dünyasını karıştırdı! Kimi sanatçılar, mesleğini kutsal oluğunu, kimileri o kadar abartılmaması gerektiğini, kimisi de her mesleğin kutsal olduğunu açıkladı! Her meslek önemli, her mesleğin kendine göre önemi, değeri var elbette ama oyunculuğu, kutsallık kavramı adı altında, bir doktorlukla öğretmenlikle kıyaslamak doğru değil elbet! Yersiz ve gereksiz bir polemik kanımca, kapatalım gitsin!
Haftanın Baharatı:Şaşırttı! Dünyanın en pahalı baharatının safran olduğunu öğrenmem değil beni şaşırtan! Gıda, tekstil, parfüm ile ilaç endüstrisinde kullanılan Safran, Amasya ilimizde 23 dekar alanda üretiliyormuş. 1 gramı 500 TL'den satılan ve ‘kırmızı altın! Olarak ifade edilen safran, dünyaya satılıyormuş! Ne kıymetli ürünlerimiz, bitkilerimiz, değerlerimiz var, kıymetini bilmiyoruz! Kleopatra’nın cilt güzelliğinin sırrı, Büyük İskender’in savaş yaralarını iyileştiren safran; İki gözümüzün ‘çiçeği’- Güneşin bol olsun!
Haftanın Robotu:Bir köpek! Son dönemde savaş meydanlarında görülen, anatomik olarak köpeğe benzetilen 4 bacaklı robotlara, milli bir rakip geldi! Bir start-up firması tarafından geliştirilen Proteo isimli eklemli robot tasarımı, yerleşik yazılım, gömülü sistemler ve otomasyon çözümleri alanlarında çalışmalar yapıyor, zorlu arazi koşullarında ağır yükleri kolaylıkla taşıyor. Böylece de zorlu operasyonlarda, askeri personelin en önemli yardımcısı olacağa benziyor!
‘Bim-bam-bom çatlasın düşmanlar! Artık bizim de bir robotumuz vaaaarrr!’
Haftanın Faciası:Gebze’de yaşandı! Kocaeli’nin Gebze ilçesinde 7 katlı bir apartman çöktü! Aynı aileden 4 kişinin öldüğü, 1 kişinin de yaralı kurtarıldığı apartmanda, facianın geleceği önceden belliymiş! İleride devam eden metro çalışmaları sebebiyle duvarlarında çatlaklar oluştuğu söylenen apartmanda, bir süredir kapılar kapanmıyor, pencere pervazlarında aralıklar görülüyormuş hatta bu durum hakkında CİMER’e de şikayette bulunulmuş! Ne diyeyim şansa yaşıyoruz aslında ve görünen o ki şu şartlarda elimizden gelen tek şey, sadece dua etmek galiba! Allah yardımcımız olsun!
Haftanın Bayramı:Cadılar Bayramı! Bizim ülkede de kutlanan ama yurtdışındaki kadar popüler olmayan bu bayram, asıl olarak Kuzey Amerika ve Britanya Adaları'nda yer alan ülke ve bölgelerde, görkemli bir festival olarak kutlanıyor. Çocukların, korkunç kostümler giyerek, kapı kapı dolaşıp şekerleme ve harçlık topladığı bu bayramda, maskeli balolar, balkabağından fener oyma, korku filmi seansları ve perili olduğuna inanılan evlere ziyaretler yapılıyor! Bizde cadı çok olduğu için, normal halleriyle dolaştıklarından bayram mı değil mi anlayamayız! Aman canım, bize her gün bayram zaten, bu da eksik kalsın!
				
			Sabah özgür uyanabiliyorsak, istediğimiz dili konuşup, istediğimiz dinin gereklerini yapabiliyorsak ve Orta Doğu’daki birçok ülkeden ayrışabiliyorsak eğer, pek tabi ki cumhuriyet sayesinde!
Ulu önder Atatürk’ün, medeni bir ülke için en uygun yönetim şeklinin cumhuriyet olduğu fikri, kafasında kendisi henüz 25 yaşındayken şekillenmeye başlamış. Takvimler 1906 yılını gösterirken Suriye’deki cepheden yakın arkadaşı Halil Bey ile “Cülusu hümayun” (padişaha dair) şenliklerini izleyen Mustafa Kemal, aniden Halil Bey’in kolunu tutarak, “Halil! Bu millet kendi kurtuluşu için de şenlik yapabilir. Nihayet büyük hizmetler etmiş olan bir adam için şenlik yapabilir. Fakat hanedan için neden donanma yapılsın, padişah da kim oluyormuş? Padişahlık da ne demekmiş?” diye sormuş. Halil bu soruya tedirgin bir şekilde, “Peki ama o zaman memleket nasıl idare edilecek? Bu padişah giderse devletin idamesi için yine bir padişah lazım gelecek” diye cevap vermiş. Mustafa Kemal, bu tepkiye celallenerek, “Neden mutlaka padişah fikrine saplanıyorsun Halil?” diye bağırmış, cevabı çoktan hazırmış; “Biz de cumhuriyet yaparız!”
Dünya tarihinde büyük iz bırakan Osmanlı İmparatorluğu, padişah idaresinde mutlak monarşi ile yönetildi. Doğudan batıya, kuzeyden güneye yayılmış dev imparatorluk, 1.Dünya Savaşı ile yıkıldı. Yurdun dört bir yanı işgal edilen, fakru zaruret içinde bitap düşen halkla birlikte ulusa bir mücadele başlatan ulu önder Atatürk, halk iradesinin egemen olacağı bir yönetim şekli için harekete geçti. İşte uzun uğraşların, kanlı savaşların ve kararlı bir mücadelenin ardından 28 Ekim 1923’ü 29 Ekim 1923’e bağlayan gece yarısı Çankaya Köşkü’nde İsmet (İnönü) Paşa ile birlikte bir yasa taslağı hazırladı. Bu taslak, anayasanın devlet şeklini belirleyen temel maddelerinde değişiklik öngörüyordu. Bu değişikliğe dair en önemli maddeler “Türkiye Devleti’nin hükümet şekli cumhuriyettir” ve “Türkiye Cumhurbaşkanı, TBMMM Genel Kurulu tarafından ve kendi üyeleri arasından bir seçim dönemi için seçilir. Türkiye Cumhurbaşkanı, devletin başkanıdır” idi. O taslak, bir devletin kaderini, tarihin akışını değiştirdi. Türk milletinin birlik ve beraberlik ruhunun tezahürü olan Kurtuluş Savaşı’nın sonunda kazanılan ve İstiklal mücadelesinin en büyük eseri olan Cumhuriyetin ilanı, yoktan var olan, karanlıktan doğan bir milletin, yeniden doğuş hikayesidir.
Simurg’un hikayesini bilirsiniz! Hani bilgi ağacının dallarında yaşayan ve akla gelmeyecek her şeyi bilen Simurg’un ya da bilinen adıyla Zümrüd-ü Anka kuşunun hikayesini!
Bütün kuşlar ona inanır, başları sıkıştıkça Simurg’un kendilerine yardım edeceğine, onları zor durumlardan hep kurtaracağına inanırlar. Zümrüd-ü Anka kuşu, öleceğini hissettiği zaman, bir ağacın kuru dallarından kendisine bir yuva yapar ve yuvanın içinde ölümü bekler. Ta ki güneş bütün görkemiyle ortaya çıkıp, kuru dalları yakıncaya kadar! Simurg, yuvasında yanarak ölür ve tamamen yandıktan sonra, küllerinden yeniden doğar. Simurg yani Zümrüd-ü Anka kuşu, nerede olduğu bilinmeyen bir dağda- Kaf Dağı’nın tepesinde yaşar ve ona ulaşmak imkansızdır!
Cumhuriyet, Kaf Dağı’nın zirvesinde yani imkansızın da ötesindeydi bizim için! Ve Türk milleti, Zümrüd-ü Anka kuşu’ydu tüm zamanların; Küllerinden doğan Simurg’uydu yarınların!
29 Ekim, doğumgünü bu milletin!
Bayramı; Demokrasi isteyenlerin, YAŞASIN CUMHURİYET diyenlerin!
…………………………..*………………………..
KIŞ ŞÖLENİ
Kış, sadece bir mevsim değil bence!
Bir renk, bir ritüel ve bir ses aynı zamanda!
Hele de yaşı kırkları geçenler için gerçekten bir ses!
Soğuk kış gecelerinde evinizde otururken sıcak sıcak, iki hece misafir olur hanenize!
Uzun uzun bağıran bir ses gelir önce kulağınıza sonra damağınıza!
Ağzı sulandıran bu ses, başlamıştır yaklaşmaya; Booo zaaa…!
Eskiden sokaklarda satılırdı boza, güğümler içinde hatta! Ya bakın şimdi yaşım da çıktı ortaya!
Kesif bir tarçın kokusu, sıcacık leblebiler, yarısı içilmiş kalanı kaşıklanmış, ağıza buruna bulaşmış boza, kışın göbek adı valla. Hava soğuk ve yağmur çiselerken Haliç’ten yukarı Beyazıt’a doğru bir yürüyüşle vardığımız dükkândan içeri girer girmez bir hikâyenin, bir geleneğin içine daldığımızı hissederdik. Kolay değil, koca bir tarih yatıyor burada, 140 yıl boyunca kimler girmiş bu kapıdan acaba? En etkileyici olanı, duvarda asılı olan bir raf ve içindeki bardak! Bardak, Mustafa Kemal Atatürk’e ait! 1937 yılında bir pazartesi günü saat 18:00’de burada boza içmiş ulu önder. O bardak ve neredeyse o an, saygıyla ve de gururla muhafaza ediliyor hala! Bu arada farkında mısınız, her şeyin, her tadın muadili çıkıyor da bozanın çıkmıyor. Boza efsanesi, tek marka ile yüzyıldır devam ediyor. Oğlum sordu geçenlerde, niye sadece Vefa geliyor akla, boza deyince diye! Hikâye şöyle;
Boza aslında 8000 yıldır çavdar, mısır ve en çok da darıdan yapılan fermente bir içecek. Öyle ki içindeki mayanın fermantasyonu sebebiyle 16.yüzyılda alkollü içecekler kapsamında neredeyse meyhanelerle bir tutulurmuş. Osmanlı döneminde de çok tüketildiğinden, o dönemde sadece İstanbul’un içinde 300’ün üzerinde bozacı dükkânı olduğu söyleniyor. İşte hikâyenin kahramanı, Karadağ sınırındaki Prizren Kasabası'nda yaşayan Arnavut genci Sadık Efendi, 93 Harbi diye bilinen Osmanlı-Rus savaşının ardından, 1876 yılında Rumeli'den yaşanan yoğun göç sırasında İstanbul'a geliyor. Meşhur Ahmediye Bozacısı ve benzeri nam salmış ünlü bozacılar gibi Sadık Efendi de bozaya dokunmayı başarıyor. Fakat bu dokunuş, bozanın gelecek tarihini yeniden yazacak, henüz onu bilmiyor. O zamanlar boza, Ermeni usulü, sulu kıvamlı, esmer renkli, ekşi biçimde yapılıyor. Bozanın o tadını pek beğenmeyen Sadık Efendi, kendi buluşuyla Arnavut usulü, farklı bir yöntem deniyor ve işte o yöntem, bugünkü haliyle yani koyu kıvamlı, açık sarı renkli henüz yeni mayalanma kabarcıklarının oluştuğu andaki çok hafif ekşimsi lezzeti, Vefa Bozasının ilk imzası oluyor. Lezzetinin sırrının da yapımında kullanılan kum darısının irmiğinde saklı olduğu söyleniyor.
Evinin altındaki bir bodrumda zor şartlarda, kendi imkânları ile ürettiği bozasını, altı yıl boyunca kış geceleri saray ve çevresinde, omzunda taşıdığı bakır güğümlerle dolaştırarak tanıtıyor Sadık Efendi! Kar, soğuk dinlemiyor, mahalle mahalle geziyor. Kendi ürettiği bu boza, halk tarafından çok seviliyor. Gösterilen ilgi ve talep karşısında, ‘artık tamam, hazırım’ diyen Sadık Efendi, zamanın saraylı, aristokrat aileleri ile bürokratlarının oturduğu, İstanbul'un en elit semtlerinden biri olan Vefa'da, 1876 yılının Eylül ayında, bozanın dünyadaki ilk resmi ticarethanesini açıyor. Vefa semtinde açılan bozacının adı “Vefa Bozacısı” olarak belirleniyor.
Mevzunun yakın zamanda gazetelere yansıyan üzücü ve çirkin yanına girmek istemesem de olayın bir parçası olması sebebiyle girmek kaçınılmaz oluyor maalesef. Hızla ilerleyen Sadık Efendi, bir süre sonra Prizren’de yaşayan kardeşi İbrahim Efendi’yi İstanbul’a getiriyor ve kasanın başına oturtuyor. Zamanla vefatlar oluyor ve bu iki kardeşin çocukları karşılıklı dükkanlarda birbirlerine rakip oluyor. Olaylar mahkemeye taşınıyor ve gazetelerden de hatırlarsınız, kanlı bir miras kavgasının içine giriliyor.
Ama ben bundan ari tutuyorum bozayı, boza benim çocukluğum çünkü!
Masumiyetim, gençliğim, tadında kendimi bulduğum benliğim!
Şimdilerde Vefa artık sadece bir semt olsa da İstanbul’da, düşlerim var hala benim, boza kıvamında!
Tamam hayat bazen şerbet beklerken şıra yapsa da planları, olsun onda da vardır bir hayır;
Ne de olsa şıracının şahidi bozacıdır
…………………………………*……………………………
AKREP
Astroloji, kadim bir bilim dalı! Yüzyıllardır hayatımızda, burçlarımızı bastık bağrımıza, yükselenlerimizin yeri başka! Burç uyumuna bakarak eş seçenler, doğum haritasına göre evlenenler, işe girenler, daha neler neler…
Valla sizi bilmem de ben fazlasıyla inanıyorum astrolojiye! Haftalık burç yorumumu okurum, Merkür retrosuna sinir olurum. Satürn’den korkar, Jüpiter’e kurban olurum. Hangi gezegen, ne zaman, hangi evde öğrenirim, inceleyerek! Bazen anlayamıyorum, formüller sayılar- evlerimin önü boyalı direk!
Neyse en iyisi konuya gireyim direkt!
Ay itibari ile akrep burcuna girmiş bulunmaktayız! Zodyak’ın zeki, hırslı, azimli akreplerinin ayındayız. Akrep, zehri, kini ve düşmanını sokamazsa kendini sokup öldürmesiyle bilinen ve adıyla tehlikeyi çağrıştıran bir hayvan! Son derece dikkat edilmesi gereken, güçlü, sinsi ve korkutucu! Ama akrepler hakkında öyle bir şey öğrendim ki onlara duyduğum antipati, yerini acımaya, korumaya bıraktı. Arama koyduğum mesafe azaldı, sempatim arttı. Bu kadar korkutucu, tehlikeli ve de zehirli bir hayvanın nerede sempatikliği derseniz cevabım, anneliği! Şöyle ki;
Anne akrep doğum yaptıktan sonra yavrularını sırtında taşırmış. Ama üzücü olan, bu yavru akreplerin kendi annelerinin etiyle beslenmeye başlaması! Yani yavrularının beslenebilmesi için, canlı canlı yenilmeye, etinden et kopmasına razı oluyormuş anne akrep!
Yavrular güçlenip büyürken ve sonunda kendi başlarına yürürken, gün geçtikçe daha da zayıflıyor, güçsüzleşiyor ve hareket edemez hale geliyormuş anne akrep. En nihayet yavrular, tek başlarına hayatta kalabilecek kadar güçlendiklerinde, anne akrep ölmüş oluyormuş. Yavrularının yaşayabilmesi için tamamen kurban edilmiş bir hayat anneninki yani!
Hoş bizimki de çok farklı da değil yani! Doğduğumuz andan itibaren- hamilelik sürecini, o süreçteki sıkıntıları saymıyorum bile- her türlü fedakarlığı yapan annelerimiz- babalarımız! Tabi hepsi için diyemiyorum, anneliği hakketmeyenler ile baba olmayı beceremeyenler konumuz dışı! Ama fedakârlık deyince, akla ilk anne geliyor genelde! Canından can kopuyor onun da hem doğururken hem de büyütürken evlatlarını! Yok sayıyor canını, yaşasın diye yavruları!
Karşılıksız sevginin adı bu ve fedakarlığın ana vatanı!
Karşılıksız diyorum çünkü karşılıklı olunca yani bir taraf feda ederken diğer taraf kâr ediyorsa bu ticaret oluyor. Ha tabi fazla fedakârlık, vefasızlığı getiriyor da biz vefayı bozacıda bırakıyoruz, buraya taşımıyoruz!
Ezcümle bir akrep kadar olamayan onca insanın içinde vicdanınız rahat, kâr beklemediğiniz fedanız varsa iyi insansınızdır!
Ve bence fedakarlık,
Başkaları için yaptıklarınız değil, kendiniz için yapmadıklarınızdır!
……………………………….*……………………………
HAFTANIN EN’LERİ
Haftanın Polemiği:Sanatçıları böldü! Günlerdir bir, ‘oyunculuk kutsal mı, değil mi’ polemiği sürüp gidiyor! Oyuncu Dilan Çiçek Deniz'in, "Oyunculuk o kadar da kutsal bir meslek değil" şeklindeki sözleri, sinema dünyasını karıştırdı! Kimi sanatçılar, mesleğini kutsal oluğunu, kimileri o kadar abartılmaması gerektiğini, kimisi de her mesleğin kutsal olduğunu açıkladı! Her meslek önemli, her mesleğin kendine göre önemi, değeri var elbette ama oyunculuğu, kutsallık kavramı adı altında, bir doktorlukla öğretmenlikle kıyaslamak doğru değil elbet! Yersiz ve gereksiz bir polemik kanımca, kapatalım gitsin!
Haftanın Baharatı:Şaşırttı! Dünyanın en pahalı baharatının safran olduğunu öğrenmem değil beni şaşırtan! Gıda, tekstil, parfüm ile ilaç endüstrisinde kullanılan Safran, Amasya ilimizde 23 dekar alanda üretiliyormuş. 1 gramı 500 TL'den satılan ve ‘kırmızı altın! Olarak ifade edilen safran, dünyaya satılıyormuş! Ne kıymetli ürünlerimiz, bitkilerimiz, değerlerimiz var, kıymetini bilmiyoruz! Kleopatra’nın cilt güzelliğinin sırrı, Büyük İskender’in savaş yaralarını iyileştiren safran; İki gözümüzün ‘çiçeği’- Güneşin bol olsun!
Haftanın Robotu:Bir köpek! Son dönemde savaş meydanlarında görülen, anatomik olarak köpeğe benzetilen 4 bacaklı robotlara, milli bir rakip geldi! Bir start-up firması tarafından geliştirilen Proteo isimli eklemli robot tasarımı, yerleşik yazılım, gömülü sistemler ve otomasyon çözümleri alanlarında çalışmalar yapıyor, zorlu arazi koşullarında ağır yükleri kolaylıkla taşıyor. Böylece de zorlu operasyonlarda, askeri personelin en önemli yardımcısı olacağa benziyor!
‘Bim-bam-bom çatlasın düşmanlar! Artık bizim de bir robotumuz vaaaarrr!’
Haftanın Faciası:Gebze’de yaşandı! Kocaeli’nin Gebze ilçesinde 7 katlı bir apartman çöktü! Aynı aileden 4 kişinin öldüğü, 1 kişinin de yaralı kurtarıldığı apartmanda, facianın geleceği önceden belliymiş! İleride devam eden metro çalışmaları sebebiyle duvarlarında çatlaklar oluştuğu söylenen apartmanda, bir süredir kapılar kapanmıyor, pencere pervazlarında aralıklar görülüyormuş hatta bu durum hakkında CİMER’e de şikayette bulunulmuş! Ne diyeyim şansa yaşıyoruz aslında ve görünen o ki şu şartlarda elimizden gelen tek şey, sadece dua etmek galiba! Allah yardımcımız olsun!
Haftanın Bayramı:Cadılar Bayramı! Bizim ülkede de kutlanan ama yurtdışındaki kadar popüler olmayan bu bayram, asıl olarak Kuzey Amerika ve Britanya Adaları'nda yer alan ülke ve bölgelerde, görkemli bir festival olarak kutlanıyor. Çocukların, korkunç kostümler giyerek, kapı kapı dolaşıp şekerleme ve harçlık topladığı bu bayramda, maskeli balolar, balkabağından fener oyma, korku filmi seansları ve perili olduğuna inanılan evlere ziyaretler yapılıyor! Bizde cadı çok olduğu için, normal halleriyle dolaştıklarından bayram mı değil mi anlayamayız! Aman canım, bize her gün bayram zaten, bu da eksik kalsın!
